O Belde

Oğuz Kutsal Kundakçı

Çoğunluğu termik santralde çalışan işçilerin oluşturduğu, yaklaşık yetmiş haneli bir mahallede oturuyorduk ve bizim sokak, bir kıraathane, bir okul ve iki marketten oluşan köy merkezinin epey uzağında kalıyordu. Okula servisle giderdik. Servis şoförümüz zamanında şehir ve köy arasında dolmuşçuluk yapmış yaşlı bir adamdı. Pek sevecen biri olmasa da servis içinde yaptığımız türlü şımarıklıklara rağmen bize bağırdığını hiç hatırlamıyorum. Babalarımız ona “Akın dayı” diye seslenirdi. Ondan bahsederken, tuhaftır, biz de öyle derdik.
Orta bire kadar okul servisini hiç kaçırmadım. Yalnız bahar geldiğinde bazı günler, ailelerimizden gizli, iki-üç arkadaşla beraber servise binmez, okula yürüyerek giderdik. Kış aylarında da okula yürümek mümkündü fakat sürekli yağan yağmurun sebep olduğu çamur, önce ayakkabılarımıza sonra da pantolonlarımızın paçalarına bulaşıp akşam bizi ele verirdi. Birkaç kez denedikten sonra kışları yürümekten vazgeçmiştik.

Yüzümdeki sivilcelerin kendini göstermeye başladığı zamanlar, yaşadığımız köyün belde olduğu ve Necatiler’ in bizim sokağa taşındığı günlere denk gelir. Köy belde olunca, toprak yollar parke taşlarıyla kaplanmış ve parke taşları biz çocukların eğlence anlayışını da epey değiştirmişti. Belki de yaşımız gereği, artık misket oynamıyorduk. Bisiklet daha çok hoşumuza gider olmuştu ve artık daha sık maç yapıyorduk.
Necati’ nin gelişi mahalledeki çocukların gündemine bomba gibi düşmüştü. Mahalleye sonradan gelen ilk çocuk olmasının yanı sıra, belki de beldedeki ilk çift amortisörlü bisikletin sahibiydi kendisi. Tuhaftır, okula kaydını yaptırıp insanlarla tanışıncaya kadar herkes ondan “çift amortisörlü bisikleti olan çocuk” diye bahsetti.
Çocukken insanlar daha çabuk kaynaşıyor, ya da ona öyle denk geldi. Bir hafta sonra hepimiz Necati’ nin mahalleye yeni taşındığını unuttuk.

Orta ikiye geçtiğim sene, annemle babam büyüdüğüme karar vermiş olsa gerek, beni servise yazdırmadılar. Necati’ yle olan arkadaşlık bağımız da bu vesileyle pekişmiş oldu. Okul yoluna göre bizim ev daha geride kaldığından, Necati sabahları evlerinin önünde benim gelmemi bekler, ben gelmeden gitmezdi. İkimizden biri hastalandığındaysa akşamdan haberleşirdik. Okul yolunda çoğunlukla önceki akşam televizyonda izlediğimiz filmlerden ya da hangi takımın şampiyon olacağından bahsederdik. Necati’ nin babası bir futbol hastası olduğu için futboldan konuşmayı benden daha iyi bilirdi. Arada bir, filmlerde gördüğümüz erotik sahnelerden ya da okuldaki kızlardan bahsettiğimiz de olurdu. Ben B sınıfının kızlarının çok güzel olduğunu söylerdim, Necati ise bizim sınıfın kızlarının daha güzel olduğu konusunda diretirdi. Kadınlar konusunda anlaşmaya vardığımız tek nokta mahalledeki Serap ablaydı. İkimiz de ona aşıktık, sanırım.

Ortaokulu kazasız belasız bitirip ikimiz de şehirdeki tek anadolu lisesini kazandık. Bu bizi pek şaşırtmasa da  pek çok kişi tarafından büyük bir başarı olarak algılandı. Mahalledeki küçük çocuklar anlayamadıkları konuları bize sorar oldular. Kendi çapımızda acayip sükse yapmıştık. Bizimkiler bana bilgisayar bile almışlardı.

Babalarımız müdürle konuşup, okul aile birliğine de bir miktar bağışta bulunarak, lisede de aynı sınıfta olmamızı sağladılar. Bulunduğumuz beldeden şehir merkezindeki okula gitmemiz minibüsle yaklaşık kırk beş dakika sürüyordu ve biz, orta okuldaki gibi, sabahları beraber yola çıkıyorduk. Yalnız, minibüs durağına göre Necatilerin evi bizim evin daha gerisinde kaldığından sabahları artık ben onu bekliyordum. Bir de okula giderken, minibüs kalabalık olduğu için, kızlardan bahsetmiyorduk.

Lise birin ortasına doğru Gülsüm’ e âşık oldum. Lise ikinin ortasına doğru da çıkmaya başladık. Zor kızdı Gülsüm,  tam bir sene peşinden koştum. Şehir merkezinin dışında oturduğumuz için sınıftaki çocuklarla okuldan sonra görüşmemiz problem oluyordu, ilk başlarda bunu pek dert etmesek de ben Gülsüm’ e âşık olduktan sonra Necati’ yle bunun üzerine epey kafa yormuş ve bazı günler otostop çekmeye karar vermiştik. Şehirden beldeye giden son otobüs, bir lise aşkını mümkün kılabilecek zamanı bana tanımıyordu.

İlk biramı içtiğim zamanlar lise sonun kış aylarına denk gelir. Ocak on beşte doğum günü vardı, aralıkta Gülsüm beni terk etti. Üniversite sınavına hazırlanması gerekiyormuş.
Gülsüm’ ün doğum gününü Necati’ yle beraber beldedeki orta okulun bahçesinde kutladık. Üç-dört birayla kafayı bulup akşam kendimizi Necatilerin evine zor atmıştık. Sabah uyandığımızda babası Mehmet amca, akşamdan kalma suratlarımıza bakıp sırıtarak şöyle demişti: “Siz de genç misiniz be, ben sizin yaşınızdayken bir oturuşta iki büyük devirirdim. O zamanlar yüzlük yoktu tabi.”

Şubatın sonlarına doğru bir sabah, Necati’ yi beklemeden gittim minibüs durağına. Hava felaket rüzgarlıydı ve yağmur yağıyordu. Dolmuşu beş-on dakika kadar bekletsem de Necati yetişememişti.
O yaşlarda ben, sevdiğim insanlara bir şey olduğu zaman uzakta da olsam bunu hissedeceğimi düşünecek kadar saftım. Oysa o gün öyle olmadı. Akşam döndüğümde Necatilerin evinin önündeki kalabalığı görünce anladım kötü bir şeyler olduğunu. Soba zehirlenmesi yüzünden ölmüş Necati. Mehmet amca da öyle. Anneleri o gece eltisinde kaldığı için kurtulmuş, cesetleri de sabah o bulmuş zaten.

Necati’ yi hayatımda yalnızca bir kere sattım, akşamına öldüğü haberini verdiler.

Mart bitmeden şehir merkezinde kaloriferli bir eve taşındık. Annemle babam aynı şeyin bizim başımıza da gelmesinden korkuyordu sanırım.
O sene öğretmenlerim idare etmese liseyi bitiremezdim, üniversite sınavına girmedim bile. Okulun son günü, Necati’ nin anısına bir dakikalık saygı duruşu yapıldı. Tuhaftır, sınıftaki arkadaşların çoğu saygı duruşundan sonra bana sarılıp bir kez daha “başın sağ olsun” dediler.

O beldeye bir daha hiç uğramadım.

devam etmeyecek…