Allı turnam, bizim ele varırsan / Şeker söyle, kaymak söyle, bal söyle
Radyonun sesini biraz daha açtı. Rock müzik dışında hiçbir şey dinlemezken, memleket özlemi onu türkü sever hale getirmişti. Şimdi olsaydı masasında bal-kaymak ama en önemlisi şöyle demini almış bir çay ve kahvaltı sohbeti… Hafta içi bir şekilde geçiyordu da bu Pazar sabahları zor geliyordu en çok. Hava haftalardır kapalı, buraları böyleymiş. Sadece havası mı, insanları da kapalı! Markette rast geldiğinde ayaküstü konuşurlardı bazen iş arkadaşlarıyla ama ne eve davet etmek, ne bir yerde oturup iki çift laf etmek. Havadan sudan konuşmak deyimi buradan çıkmış olmalı. Gerçekten havadan başka konu konuşulmuyor. Havanın da konuşulacak nesi varsa. Geçen seneye göre kar daha mı erken başlamış ne, bugün yoğun yağış bekleniyormuş, öyle şeyler. Kendi küçük kentinde herkesin birbirinin işine burnunu sokması hiç hoşuna gitmezdi. Oysa şimdi Hacı bakkala gidip dedikodunun dibine vurmak istiyordu canı. Geçenlerde işyerinden birisinin seramik atölyesi olduğunu duymuş, bir şeyler almak bahanesiyle uğramıştı. On beş dakika hobilerden, şundan bundan çene çalmalarına rağmen bir oturacak yer gösterilmemişti kendisine. Sonra çıkarken “yine uğra” demişlerdi ama! Memleketinde olsa hemen bir tabure sürülürdü altına, “gel otur yiğen”, çırak çayları getirirdi. Hacı amca büyük oğlunun tembelliğinden dert yanar, onun yaşındayken ateş gibi bir delikanlı olduğunu anlatırdı.
Buraya geldiğinden beri, her yakınlaşma çabası buza çarpıp geri dönüyordu. Soğuk bir selamlaşma, içi boş gülümseme. İlişkiler süslü hediye paketleri gibiydi, içinden bir güzellik çıkacak diye beklemiyordu artık. Anlamıştı, içi boştu.
Yar beni sual eden olursa / Boynu bükük, benzi soluk, var söyle
Perdeyi aralayıp dışarı baktı. Karla kaplı sokakta yine kimseler yok. Herkes nereye gider ne yapar, neyle vakit geçirirdi? Kasvetli bir hava, bulutlar kapkara. Sanki her şey bu Pazar gününü daha da karamsarlaştırmak için uğraşıyor. Saat on iki olmuş. Memleketinde kış günü kar veya yağmur yağdıktan sonra öğle vakti bir iki saatliğine hava açar, güneş yüzünü gösterirdi. Herkes dışarı çıkardı o saatlerde. “Öğle Açıklığı” derlerdi buna, bulutlar geri çekilir yerini güneşe ve mavi gökyüzüne bırakırdı. Buralarda hiç rastlamamıştı öğle açıklığına.
Camı açıp, gökyüzüne dikti gözlerini. Sanki bulutlar yavaş yavaş dağılıyordu. Yoksa ona mı öyle geliyordu? Heyecanlandı. Güneş saklanmaktan sıkılmış olabilir mi? Evet tam tepede kaçamak bir gülüş gönderiyor. Karların üstünde gümüşi pırıltılar. Gözleri kamaştı. Aniden bozuk egzoz sesiyle irkildi. Beyaz bir Reno steyşın yaklaşıyordu, evin önünde durdu. Arabanın bagajındaki kasada sebzeler. Seyyar Salim Abisi bu… Neşesi yerinde her zamanki gibi! Afacan çocuk misali fırlayıp indi araçtan köpeğiyle. Ardından fiyakalı bir hareketle kapısını kapattı, çıkan sesin sokağı doldurmasına aldırmadan. Etrafına bakındı. Bak şimdi ne yapacağım dercesine kaşı gözüyle bir işaret yaparak, yerden bir avuç kartopu alıp bahçesindeki çalılardan karları silkeleyen yaşlı komşuya doğru attı. Yüzünün güldüğünü hiç görmediği adam kahkahalar içindeydi. “Hey amca, bırak çalıları silkelemeyi, onlar da karın tadını çıkarsın bizim gibi,” dedi Salim Abi. Karları yuvarlayıp üst üste koyarak kardan adam yapmaya koyuldu. Adamın karısı bahçede eğilmiş bir şeyler topluyordu. Doğrulup elindekileri gösterdi, ısırgan otları. “Bunları taze topladım, dişleri yok ısırmazlar,” sözlerine hep beraber güldüler. Böreğini yapacakmış, “Siz de gelin beraber yeriz,” dedi. “Geliriz!” diye hevesle seslendi Salim Abi. Gökyüzüne baktı, sürüyle uçan kuşları gösterdi, “Bakın bakın turnalar geçiyor”. Bir tanesi ayağının dibine düştü, yerden alıp baktı. “Bunun kanadı kırılmış, kaldı burada.” Köpeği kuşa doğru havladı.
“Hav, hav!” sesleriyle gözlerini açtığında köpeğini gezdiren bir adamın evin önünden geçtiğini gördü. Güneş yoktu, karşı komşusu evin önündeki karları temizliyordu. Üşümüştü, camı kapatırken gözü yerdeki bir karaltıya takıldı. Bir kuş ölüsü! Karga…
Gülüm gülüm, kırıldı kolum / Tutmuyor elim, turnalar hey