Sabah uyandığında, rüyasında okuduğu kitap cümleleri, zihninden uçup gidiyordu. Belleğinde bir cümle kalsa ya da bir görüntü izi belirse, kalkıp onu hemen not edebilirdi. Çünkü her şey, bir mecaz olabilirdi bu hayatta.

Gözlerini tavana dikti. Önceki hayatında, dibe yakın kıyılarda yumurtalarını bir yosuna bırakmış, sonrada bir denizanasının akşam yemeği olmuştu. Rüzgârın itici gücüyle, dalgalarla gezinmiş, sonunda kıyıya vurmuş ölü bir ringa balığıydı. Denizin gel-gitli evreninin kurallarını savsaklayan, arada sırada efsanevi balık masalları dinleyen küçük bir ringa balığıydı. İnsanların bulmacalarda en çok sordukları, yolcuların kurutulmuş ya da konserve olarak tükettikleri bir balık cinsi işte!

Şimdiki hayatında ise, ölüme meydan okuyan, korkusuz bir silahşor gibi yaşıyordu. Ne de olsa bu zamanda cesur bir dövüşçü, kolay kolay yetişmiyordu. Önceki balık hayatından dolayı alık alık sevilecek sonra unutulacaktı, umursanmayacaktı, haksızlığa uğrayacaktı, beklentilerin hezimetinde tükenecekti… Hayatın çok perdeli oyunlarında önce dram sever olacaktı, biraz ehlileştikten sonra komediye geçecekti. Sonrası mı? Yüksek ruh mertebesi olan, Nirvana düzlükleri küçük ringacığın. Duygusuzluğun buz dağından, dünyaya doğru esen sert poyrazlar…

Arkadaşlarıyla oluşturduğu okuma çemberi etkinliği için, bu aralar geceleri fincan fincan kahve içip, kafeini düşük kitaplar okuyordu. Sabah da doğal olarak geç uyanıyor, hemen her gün ajansa geç kalıyordu. Anlaşılan o ki, ajanstaki Hamdi Bey’in imalı laf sokmalarına bugün de maruz kalacaktı. Zeynep’in sonu gelmeyen kozmetik, güzellik muhabbetine yine mecburi dinleyen olarak katılacaktı.

Babasının ani ölümünden sonra kitaplar iyi bir afyon olmuştu onun için. Annesi de yıllar evvel, yanına hiçbir şey almadan bırakıp gitmişti onları. Zayıfça, ufak tefek kendi halinde bir kadındı. Arayışlar, ilanlar sonrasında onunla ilgili hiçbir ize rastlamamışlardı. Acısını uyuşturan, unutturan sarı, soluk sayfalar… Kendi hayatına teselli olan yaşamlar, uslanmaz kahramanlar, gözü kaçmış olay örgüleri.

Babadan kalma, yıllanmış bu eski apartman dairesine kız kardeşi yalnızca tatillerde geliyordu. Onun dışında kapısını çalan pek kimse yoktu. Toplumdan yalıtılmışlığı kendi seçmişti, bu durumundan gocunmuyordu da. Odaların bir köşesini saran kitaplıklar, duvarlara monte edilmiş çerçevelerde yazar, şair portreleri, Monet eserleri, genişçe bir masa, çevresinde birkaç sandalye, modası geçmiş, gri kadife bir oturma grubu, eski bordo renk ağırlıklı şark kilimi… Boş kalan yerlerde, eski konsolda siyah beyaz, renkli fotoğraflar; zamanın sembolik dilini konuşuyor gibi sıralanmıştı.

Kitaplar, boşluktaki tek tutamaklarıydı Engin’in. Boşluğunu unuttuğu, acısına kalkan olan büyük bir hayal küresiydi. Kelimelerin sihirli kapısından adım atarak girdiği bu soyut düzlemde netlik kazanan, birikmiş hayat eskizleri… İşte o kitaplar, mesela pencereden gizli gizli gözetlediği kadına karşı duyduğu vahşi şehveti kamçılamaktan vazgeçiriyorlardı onu. İnsanın tanımadığı, uzaktan izlemekle yetindiği bir başkasını; kendi dünyasının ana karakteri yapması çok ilginçti. Kadın, gözlemlediği kadarıyla, sürekli erkek arkadaş değiştiriyordu. Ama Engin’in uzaktan, gün geçtikçe benliğinde kök salan tuhaf ilgisini, karşı binadaki kadının bu tutarsız arayışı pek etkilemiyordu. Esrarengiz kadın, yalnız olduğunda da, gece geç saatlere kadar çalışma masasında çizimler yapıyordu. Genellikle penceresinin bir kanadını, her hava koşuluna rağmen açık tutuyordu. Engin, kadını uzaktan izlerken; onun kâh neşeli, kâh trajik hallerinin senaryosunu yazıyordu kafasında. Kendince geliştirdiği bir oyun gibiydi bu.

Yunanlılar aşkın zirvesini, ilahi aşka benzetirlermiş. Onlara göre bedensel aşk, aşkın en basit düzeyi olarak algılanıyormuş. Engin de kendinden bihaber olan bu kadınla kendini, aşkın başkalaşmış yüksek halinde düşünüyordu. İş dışında gürültülü zihnini susturmak için, çıkıyordu dışarı. Evin ilerisindeki koruya doğru tempolu yürüyüşler yapıyordu. Ağaç diplerindeki mantarların, otların, kuşların anlattıklarını dinliyordu.

Bir gün iş çıkışı eve gelip, her zamanki gözetleme yerine geçtiğinde; karşı apartmandaki dairenin pencerelerinde perde olmadığını gördü. Evdeki bütün pencereler kapalı ve daire tamamen boşaltılmıştı. Duramadı yerinde, odada ileri geri gidip gelmeye başladı ve sinirden tırnaklarını yiyordu.

Koridordaki boy aynasından kendine baktı, saçının üzerinde ellerini hızlıca gezdirdi. Gömleğinin açılmış düğmesini ilikledi. Anahtarını cebine atarak, hışımla çekti çelik kapıyı. Asansör yine en üst kattaydı, onun gelmesini beklemeden hızlı adımlarla merdivenlerden aşağı doğru inmeye başladı. Sağına soluna baktı, yol tenhaydı. Karşı apartmanın giriş kapısından yukarıya doğru çıkmaya başladı. Yedinci katta esrarengiz kadının oturduğu dairenin karşısındaki kapının ziline bastı. Emekli muhasebeci İsmail Bey, kapıyı açtı:

– İyi günler, rahatsız ettim kusura bakmayın. Karşı dairenizdeki bayanın ne zaman ve nereye taşındığı hakkında bir bilginiz var mı? diye sordu Engin.
– İyi günler evladım, karşı daire bu yıl hep boştu. Ev sahibi yurt dışında oturuyor. Geçen yıl tadilat yaptırmak için evi boşalttı, sonrada kimseye kiraya verilmedi. Yanlış daireye gelmiş olmayasın?
– Nasıl olur? Bir yıl boyunca boş muydu?
– Evet…
– Teşekkür ederim, ben karıştırdım galiba, iyi günler.

Kapı yüzüne kapandı. Sanki tüm duyguları, bulanık bir bulutun ardında esir tutulduktan sonra bir yağmura dönüşüp yeryüzüne doğru yağıyordu. Gözlerini büyüterek baktığı o gökyüzünün, binlerce ses bırakan karmaşıklığından mektuplar iniyordu.

İnsanın elinde, kendini savruk rüzgârlara bırakmış bir yaprağın konacak bir yer aramasından başka bir şey kalmıyordu… Cebinde birikmiş anlamlar, hayatla hiçbir zaman tam örtüşmeyen, kıymetli sandığı hep geç öğrenilmiş tecrübeler kalıyordu.