Her ölen cebinde üç şeyle geliyormuş buraya. Benim cebimden; kâğıt, kalem ve göbek kordonu çıktı. Önce ne yapmam gerektiğini anlamadım. Şimdi size bu mektubu yazıyorum.

Oldukça serin burası. Sonsuz toprak yolların birleştiği, sonu görülmeyecek kadar uzun bir alan. Hani halamların bağ evi vardı, içeri girmek için kapıdaki asma dallarından izin isterdik, yukarısı oradaki asmalarla kaplı. Ayaklarımızı bastığımız yerde de renk renk kristal taşlı avizeler var. Onların üzerinden geçerken ayağım kanar diye korkuyorum ama ölü olduğumu hatırlayınca rahatlıyorum. Her adım attığımda ayaklarımın altında ufalanan taşların üzerinde yazanları zorlukla okuyabiliyorum…

Toprak yolda ilerledikçe görüyorum, burası bir kuyumcu dükkânı. Benim gibi ezilerek ufalanmış çakıl taşları da var, el değmemiş kıymetli taşlar da. En arzulu kırmızıdan, en asil yeşilden, en umutlu sarıdan yapılma binlerce taş aynı anda parıldıyoruz.

Size şimdiye kadar “burası” diye bahsettiğim yerin adı, ters dünya. Yıllarca yerin yedi kat üstünde aradığın yer, yerin dibindeymiş aslında anne. Keşke dua ederken ellerini göğe değil yere doğru çevirseydin; o zaman duyarlardı belki Allah sesine karışmış hıçkırıklarımızı.

Kalpli kızı anlatayım size. Kız, beraber yürüdüğümüz bütün yol boyunca ağladı, öldüğü içinmiş. Bense üzgün değilim ki ağlayayım!

Cebinden ne çıktığını sordum, elleri titreyerek gösterdi. Yamuk yumuk kırmızı bir şekil, bir tutam saç ve açılınca iki parça olan bir kolye. “Yamuk yumuk şekil değil kalp denir buna, ailemin kalbini hep yanımda hissederdim yaşarken. Bu saçı da annem kesmiş hatıra olsun diye, odamdaki dolabımda saklıyordum. Kolyenin iki tarafında fotoğrafı olanlar da annemle babam.” Ben kolye sevmem, siz de saçlarımı, ama niye cebime kalp koymadınız anne? 

Avizeli yolun sonu, rengârenk kapıların olduğu bir salona açılıyor. Bulutların arasından ince bir el Deniz’e uzanıyor, o da süzülüyor içeri doğru. Dışarıda kalan herkes korku içinde sırasını bekliyor. Yalnız ben korkmuyorum. Babam her vurduğunda, babaların vurduğu yerde gül bittiğini öğretmiştin ya bana anne, canın çıksa da ağlamamayı. Nihayet işe yarıyor.

Etrafı aynalarla dolu koridorda yirmili yaşlardaki yansımamı görüyorum. Boyum uzamış, yaşarken ne yaparsam yapayım çıkmasına engel olamadığım göğüslerim irileşmiş, saçlarım güneş gibi ışıldıyor. Ne yüzümde ne vücudumda gül izi yok, tuhaf geliyor bu halim. Ama insan ölü de olsa güzelliğe çabuk alışıyor.

 “İkinci sıradaki” diye sesleniyorlar. Sağ bileğimdeki yazıyı görüyorum, babamın incecik, ne bu be, tuttun mu elinde kalıyor dediği bileğim, orada ikinci yazısı beliriyor aniden. Bileğimi kapıdaki kadına gösteriyorum, sırtıma nazikçe dokunarak beni odaya alıyor.

Oda pembe bulutlarla kaplanmış, ayağımın altında yumuşacık bir halı var. Oda dediğime bakma, nerede başlayıp nerede bittiği belli olan bir şekil değil, bulutlar hareket ettikçe duvarların yeri değişiyor. Gökkuşağı görünümündeki upuzun masanın etrafında neşeyle gülümseyen on iki kadın var. Sesleri öyle yumuşak ki durup dururken, benimle konuştuğunuz için teşekkür ederim, diyesim geliyor.

Yaşamla bağımı kendi arzumla kestiğim için teşekkür ediyorlar. “Dünya’da cennet dediğiniz yer burasıdır, hatta daha fazlası. Hoş geldiniz. Yaşayanlarla tüm bağınızı kesmeniz ve onları affetmeniz karşılığında sonsuz hayat vaat ediyoruz. Şimdi göbek kordonunuzu masanın üzerine bırakınız, kâğıt kalemle ne yapmanız gerektiğini biliyorsunuz.”

Artık seninle de konuşabilirim, seni affediyorum baba. Bu yükü Dünya’da bırakıyorum.