Üçüncü kez çağrı yapılmasına karşın, on numaradaki koltuğun yolcusu hâlâ ortada
yok. Çoktan hurdaya çıkması gereken otobüsün motoru homurdanıyor. İkide bir
saatine bakıp duran şoför, huzursuz. Alengirli saç kesimiyle etrafa gülücükler dağıtan
bıçkın muavin ortada görünmüyor. Belki şu anda on numaranın bagajını
yerleştiriyordur diye avunuyorum. Radyoda bir kadın sesi, arabesk türünden bir
şarkıyla inleyerek yüreğimizi dağlamaya çalışıyor. Hareket saatini on yedi dakika
geçiyor ve biz hala geciken yolcuyu bekliyoruz. Hafiften, bu meçhul yolcuya karşı
içimde öfke birikmeye başlamıştı ki, suratı kızarmış bir adam beliriyor ön kapıda.
Terlemiş! Bu olmalı diye düşünüyorum. Geliyor, on numaralı koltuğa otururken
bakışlarımız çarpışıyor. Hava gergin, şimşek çaktı çakacak! Tam emin olmadığı eski
tanıdığa bakar gibi mütereddit fakat mahcup bakıyor gözlerime.
“Kusura bakmayın, sizleri beklettim.”
Benden, diğer yolcuların adına özür dilediğini düşünüyorum. Öfkem, anında toz
oluyor. O toz duman içindeki öfkemin yerine, sıkıntılı bir merak gelip çöküveriyor. Bu
ücra yerde, bana da tanıdıkmış gibi gelen adam kim?
Kapılar kapanıyor. Otobüs hareket ederken adam dönüp tekrar bakıyor. Dudakları,
bir şey soracakmış gibi kıpırdıyor. Anında niyeti, yüzümün duvarına çarparak tuzla
buz oluyor. Umarsızca önüne dönüyor. Onu göz hapsine almadan izliyorum. Pes
edecek birine benzemiyor. Tekrar dönüp bakarsa gülümseyeceğim. Niyetim ortamı
yumuşatmak. Üstelik bana tanıdık birine bakar gibi baktı ya… Huylanıyorum. Ya eski
bir tanıdıksa? Tekrar dönüp bakınca, gülümsüyorum. Biraz şaşkın, bir hayli mahcup
kısa bir tereddütten sonra doğrudan bana sesleniyor:
“Salih… Sen misin?”
Bu sefer şaşkınlık, ondan bana gelip yüzüme gözüme bulaşıyor. Salih benim… Ben
Salih’im. Ya o kim?
Yardım arayışı içinde bakınırken, muavin gelip geciken yolcunun yanından bana
sesleniyor.
“Bir şey mi istediniz abi?”
Bunalmışım… Adamın kim olduğunu bir türlü çıkaramıyorum…
“Müziği değiştirirsen sevinirim” diyorum.
“Ne tür bir müzik istersiniz” demez mi? Ben de sırf laf olsun diye,
“Mozart’tan Eine kleine nacht müsik” diyorum, yüzüne bile bakmadan. Bu tavrım,
‘çekil başımdan’ demekti. Adamsa inatla kendisini tanımamı bekliyor… Bakışıyoruz.
Bu esnada inanılmaz bir şey oluyor; Mozart’ın müziği çalmaya başlıyor. Müziğin
neşesi içimi doldurduğundan mıdır ne… Anında şimşek çakıyor beynimde!
“Sen de Gani olmalısın” diyorum.
“Evet” diye sevinçle haykırıyor adam. Neredeyse üstüme atlayacak! Nihayet onu
tanıyabildim diye gevşiyorum. Diğer yandan, tanımamın onu neden bu kadar
sevindirdiğini merak ediyorum.
Çocukluk zamanında kalmış antika arkadaşlıklar bazen kırılgan olur. Tanımadınız mı,
bir güceniklik salarlar üzerinize… Yapışır. Yanımda oturan genç, çapraz ateş altında
kalmış gibi huysuzlanıyor. Üzerine eğildiği cep telefonundan başını kaldırıp, bir
önündeki Gani’ye, bir de bana sorgulayıcı göz atıyor. Rahatsızlığını söylemesine
fırsat vermeden
“İsterseniz koltuklarınızı değiştirin” diyorum. Gani,
“Delikanlı müsaade ederse… Memnuniyetle” diyerek ayağa kalkınca,
“Bence mahsuru yok” diyen genç yolcuyla yer değiştiriyorlar. Bir çocuk saflığıyla
bakıyor yüzüme.
“Kaç yıl oldu bir birimizi görmeyeli?”
Sol eliyle omuzumu kavramış, beni sarsıyor şefkatle. (İriyarı bir adam Gani…
Çocukken sıskaydı)
İlkokulu bitirdiğimiz yıldan beri görmemiştik bir birimizi.
“Yarım asır” diyorum. Gözlerini boşluğa dikerek,
“Çok olmuş be Salih!”
Zamanın böylesine hoyrat geçip gitmesinden, her ikimiz de kahırlanıyoruz biraz.
Küçük artçı depremlerle, giderek şarka doğru kayan bu memlekette, zaman hep
kahredicidir. Bunca sene sonra, Anadolu kasabasına giden bir otobüste yan yana,
çocukluk günlerine dönüyoruz. Sevdiklerimizden ve kaygısız çocukluk anılarımızdan
bahsediyoruz. Unuttuğumuzu sandığımız, yüreğimize gömdüğümüz acılarımızı
istemeden, bilmeden deşerek kanatıyoruz. Ve bundan, tuhaf bir şekilde keyif
aldığımız kuşkusuna kapılıyorum. Radyoda inleyen o şarkıcı kadın, Gani, hepimiz…
Acıya, ezaya, cefaya, sıkıntı ve meşakkate çabucak alışıyor, hatta içselleştiriyoruz.
İlerlememize ayak bağı, böyle bir yeteneğimiz var bizim. Mütevekkil ve mütedeyyin…
O gece, babasından duyduğu küçük bir öykü anlattı Gani. Babasına da babası
anlatmış!
“O zamanlar, köylerin de bekçileri olurmuş. Dedem, bizim köyün bekçisiymiş. Evin
önündeki ulu ıhlamur ağacının altında dayımla içiyorlarmış. Babam, henüz on
sekizinde varmış ya da yokmuş. Onlara hem hizmet ediyor, hem de onların
konuşmalarını can kulağıyla dinliyormuş. Bana da, yine o ıhlamurun altında, ama tek
başına demlenirken anlatmıştı rahmetli. Akşamları mutlaka bir kadeh rakı içerdi.
Büyüklerin sohbetine doyum olmazdı” diye başlamıştı anlatmaya. “Giderek köyün
insanı da tükenmeye başlamıştı. Çevresinde iki laf edecek kimse kalmamıştı. Allah
rahmet etsin! Hoşsohbet bir adamdı”
Geçmişten söz ederken neden kahırlanır ki insan? Ölenlerini özlemesinden, onlara
kavuşulmayacağını sezmesinden mi? Yoksa ölümün, bir gün onu da sevenlerinden
koparıp alacağını bilmesinden mi?
İkimiz de kederlerdeyiz…
“Gelelim dedemin öyküsüne” diyor Gani fısıltılı bir sesle:
“O yaz çok kurak geçmiş. Bütün yaz, arasıra gökyüzünde dolanan tuğla renkli
bulutlar, bir damla su vermemiş toprağa. Tarlalarda ekinler kavrulmuş. Erkeklerin
çoğu rızık için yakın kentlere ve bazıları İstanbul’a göçmüş. O yaz gecesinin birinde,
geç saatlerinde herkes derin uykudayken, köyün en alt tarafında olan evin köpeği, acı
acı uluyormuş. ‘Allah Allah’ demiş dedem, ‘Bu hayvana ne oluyor böyle?’ Sessizce
yaklaşmış… Evden titrek, hüzünlü, hasret ve sitem dolu bir türkü sızıyormuş.
Donmuş kalmış dedem. Türkü, o kadar yanık, kadının sesi o kadar acı yüklüymüş ki,
köpek de adeta kadınla birlikte ağıt yakıyormuş. Köpeğin ağlamasına, uzak
köylerdeki bazı köpekler de katılıyormuş. Cırcır böceklerinin çığlıkları, ulu kara
meşenin ürperen yaprakların hışırtıları, gecenin derin sessizliğinde, köpeklerin acılı
ulumalarına karışıyormuş. ‘Dayanamadım. Ağlayarak oradan hızla uzaklaştım. Ve o
köpeğe hep saygı duydum’ demiş dedem. ‘Bir de… Köpek der geçeriz…’ ”
Öyküsü bu kadardı Gani’nin. Uzunca bir süre kendi halimizde sessiz kaldık…
…, Alaca karanlık bir oda… Ocakta yanan odunların alevleri, bacadan sarkan, ucu
çengelli simsiyah bir zincire dolanarak yükselirken, kıvılcımlar saçıyor. Ateşe
sürülmüş güğümden yayılan tiz perdeden bir müzik, sallanan beşik ve çıngıraklarının
uyku perilerini çağıran tempolu sesiyle, odada dolanıyor. Genişçe bir sedirin
üzerindeki yatakta, dört beş yaşlarında bir oğlan çocuğu, beşik sallayan anneyi,
ocaktaki alevleri, uçuşan yalımları seyrediyor. Alevlerin titrek ışığında yüzünün yarısı
aydınlanmış annenin. Hasret ve yalnızlığın hüznü damlıyor yüzünden. Önce hafiften
kısık, titrek ve hüzünlü sesle, yanık bir türkü tutturuyor. Güğümün çığlıkları, beşiğin
çıngırakları, ritmik bir fon oluşturarak hasret, sitem ve özlem dolu bu türküye eşlik
ediyor.
Sonra ses, perde perde yükseliyor ve türkünün nağmeleri odanın dışına sızıyor. Evin
ve hanımının sadık köpeği, dışarıdan uluyarak katılıyor türküye. Ve başka köpeklerin
ulumaları duyuluyor uzaktan. Doğa, dağ taş, börtü böcek ve ağaçların iniltileri,
ormanın eteklerinde yankılanıyor. Çocuk, yorganı başına çekerek sessizce ağlıyor.
Annesi onu ağlarken görsün istemiyor. Sonra gözleri kapanıyor çocuğun. Çok
uzaktan, sanki başka bir yerden ve belki bir radyodan, aynı türkünün nağmeleri
sızıyor kulaklarına. Yüreği sızlıyor çocuğun…
Birden irkiliyorum… Gani yanımda yok! Şoför mahallinden gülerek geliyor.
“Dalmışım!”
“Evet… Biraz uyudun” diyen Gani’nin yüzünde, hafiften muzip bir ifade var. Bana
dönüyor,
“Bu türküyü bu kadından daha güzel çığıran başka bir türkücü yok” diyor. Radyodan
kısık sesle yayılan türküye kulak veriyorum bir müddet. Onaylayıcı bir tebessüm
sunmak üzere ona dönüyorum. Gani’nin kolları göğsünde kenetli, arkaya iyice
yaslanmış, memnun ve mütebessim yüzünde gözleri kapalı.
Tan yeri karalı, kızıllı renklere boyanmış… Gün ağarmak üzere… Yolcuların çoğu,
derin uykularında. Otobüsümüz, Anadolu bozkırının ıssızlığında, ince uzun bir yolda
sessiz ve sakin ilerliyor.