Servisten indikten sonra ellerini ceplerine tıkıştırdı. Bir iki adım sonra durdu ve paltosunun yakalarını kaldırdı. Bunu yaparken kendine kızıyordu çünkü elleri daha yeni ısınmaya başlamıştı. Aptallığına bozularak fabrikanın işçi girişine doğru adımlarını hızlandırdı. Etrafı çevreleyen çirkin duvarları ve bozuk kilit taşları ile döşeli avlusu bu hantal binayı olduğundan daha çekilmez hale getiriyordu. Babasının emekli olana kadar çalıştığı fabrikayı hatırladı, orası çok daha güzeldi. Geniş bahçesinin içi ağaçlarla kaplıydı mesela ve işçiler için düzenlenmiş dinlenme alanları bile vardı. Babasıyla gizlice birkaç sorti yaptıkları yemekhane canlandı gözünde, gerçekten enfes yemekleri vardı. Mesaisi başlamadan önce sigara için uydurulmuş dört tarafı kapalı mekâna çıktı. Hepi topu yirmi metrekarelik bu istiflenme alanının üstünü açık bırakarak lütuf gösteren patronlarına inceden bir küfür sallayıp neresine zulaladığını hatırlayamadığı sigara paketini yokladı hırsla. Yün yeleğinin iç cebinde yani her zaman koyduğu yerde bulduğunda bir küfür de kendine savurdu, bu daha kallaviydi diğerine göre. Omuz omuza sigara tüttüren yığına bakıp iç geçirdi. Her şeye rağmen dibine kadar tüttürdükleri sigaralarının keyfine varan bu emekçi adamların bir şeyler konuşup aslında insan olduklarını hatırladıkları yegâne yer burasıydı. Ne tuhaf, dedi Kemal, buradan bakınca toplama kampında gaz odalarına gitmek için sıralarını bekleyen esirlere benziyorlar. Bunu daha önce de birkaç kez düşündüğünü hatırladı.

Sigaran var mı?  Aksayan ayağıyla yaklaşıp küt diye girdi araya ustabaşı Cemil. Bizim kızın ataması çıkmamış yine, dedi. Ağlamaklıydı adamcağız, gözleri bir başka bakıyordu. Bu sefer olur demiştik, dedi aldığı sigarayı yakarken. Kız da yıkıldı.

Otuz beş yıllık işçiliğin yüzünde ve ellerinde bıraktığı iz diye geçirdi içinden. Hemen belli oluyor, tıpkı güneşin altında solup giden reklam tabelalarında olduğu gibi hani şu her şehrin girişine sıralanan ve unutulan.

Keşke hiç gelmeseydik şehre, dedi Cemil usta, son fırtın ciğerlerinde arta kalan dumanını havaya üflerken. Otuz beş yıl…

Gerçekle saçmalığın birbirinden ayrıldığı ilk durak. Akşama kadar öğle yemeğini saymazsak saat başı beş dakika durulan on bir durak, beş dakikalık Sevda molaları. Onu görmeden geçecek koskoca on iki saatin ilk molası. Geçen akşam rakı içerlerken Cemal Süreyya’yı tartışmışlardı. Kemal onu fazla arabesk buluyordu, Nazım daha iyiydi ona göre. Daha gerçekti. Her şeye rağmen illa şiir okuyacaksan Baudelaire filan okumalısın demişti ufak bir tebessümle. Cemal Süreyya’yı seviyorsam bu beni ilgilendirir demeye getiriyordu, bu konuda boş boş konuştuğumu sanma diyordu. İnce uzun parmaklarını rakı bardağının kenarlarında gezdiriyordu bunu söylerken, Tanrım diye iç geçirdi Kemal. O kadar güzeldi ki…

Gri kasketli adam, yanındakini sertçe dürtüp hakemler bu sene bizi şampiyon yapmayacak belli oldu dedi. Bunu öyle inanarak söylüyordu ki yanındaki ister istemez onaylamak zorunda kaldı. Kocaman parmaklarını adamın gözüne sokmak ister gibi verilmeyen penaltıyı anlatıyordu. Anlatacak çok şeyi yoktu, iki aydır ev kirasını ödeyememiş olması ya da çocukların okul masrafları artık düşünmekten bile yorulduğu şeyler haline dönüşmüştü. Hakem penaltıyı verse… İyi ki vermemiş.

Cemil usta içeri süzüldü sessizce, kimse gittiğini anlamadı bile. Halinde bir gariplik vardı, kızı atanamamış yine.

Tam da öyle bir gündü, hani gri gökyüzünün tüm ağırlığıyla yeryüzüne çöktüğü. Keskin ayaz, soğuk ayak parmakları ve yanaklarınızın üzerine koyduğunuz görünmez buzlu pamuklarla dolaştığınız günler gibi. Güneşin bir türlü doğmadığı günler. Kış mevsiminde,  Anadolu’da herhangi bir gün.  Kemal hızlıca sigara paketine bir göz attı. On üç. Bir tane daha yakabilirim dedi içinden. Öğle yemeğini saymazsak on bir mola daha kaldı yani.

Sevda, uzun ve ince parmaklı güzel kadın.  Piyanist parmakları gibi… Her gün işe gitmeye ve eve dönmeye anlam katan varlık. Tıraş olmaya, banyo yapmaya, kahvaltıya…

Askerdeyken biriyle tanışmıştı Kemal, doğulu bir çocuk. Her gece koynunda sakladığı fotoğrafa bakarak uyurdu. Yirmi ay boyunca ne Kemal’e ne de bir başkasına göstermedi fotoğrafı.  Herkes köyünde bir sevgilisi olduğunu düşünürdü, nişanlısı ya da öyle bir şey. Nasırlı avuçlarında saklar, kimsenin ona bakmadığından emin olmak için arada sırada başını kaldırıp etrafı kontrol ederdi. Takıntılı, derin bir kıskançlık beslerdi o fotoğrafa. Bir sabah koğuş temizliği sırasında buldu Kemal o fotoğrafı, nasıl olduysa düşürmüştü çocuk. Kimseye hissettirmeden cebine sokuşturdu ve içinde tuhaf bir suçluluk duygusuyla sakin bir yere attı kendini. Bir süre öylece bekledi. Yaşadığı ahlaki iç çatışma onu germişti. Neticede kızı elinden almıyorum ya, dedi ve fotoğrafa bakmaya karar verdi. Çocuğun aylardan beri koynunda sakladığı fotoğraf Joan Baez’e aitti.  Güzel parmakları vardı Joan Baez’in ve güzel kadındı. Gerisini merak etmemişti Kemal, fotoğrafı kimseye hissettirmeden bulduğu yere koyup patates soymak için yemekhanenin yolunu tutmuştu.

İstif alanı boşaldığında Kemal’de son bir nefes çekip izmariti köşeye doğru fırlattı. Akşama on bir durak ve bir öğle yemeği molası kalmıştı. Gökyüzü tıpkı o günlerdeki gibi gri ve ağırdı. Ayaz açık bulduğu her yere ince kesikleri atıyordu.

On dakika sonra fabrikanın çirkin demir kapıları aralandı ve gürültücü sireniyle bir ambulans girip bozuk kilit taşlarıyla döşeli avluya park etti. Gri kasketli adam ve birkaç kişi daha ustabaşı Cemil’i taşıyordu dışarı. Cemil baygındı ve üstü başı kan içindeydi. Tüm bu karmaşanın içinde Kemal, Cemil ustanın kopan koluyla grubun arkasında ambulansa doğru koşturuyordu. Yazık diye düşündü, kolu sedyedeki Cemil’in üzerine yerleştirirken. Nasırlar bir kez daha dikkatini çekti.

Zaten halinde bir gariplik vardı, kızı mı atanamamış ne?