Kapıdan girer girmez havasız kalmış ortamlara özgü o karanlık toz kokusu genze
doluyor. Sabah ve akşam saatlerinde parmaklıklı pencereler yarım saat süreyle
açılıp içerisi havalandırıldığı halde havadaki toz, sidik, ter ve ilaç kokusu artık
ortamın rayihası. Işıklar hem hastalar için fazla uyarıcı olmasın hem de masraflar
kısılsın niyetiyle sürekli loş tutuluyor. Herhangi bir nedenle ziyarete gelen olursa
dışarı çıktığında gözlerini ovuşturarak güneş ışığına ancak alışabiliyor.
Bu kimi saçkıran döküğü kafalı insan kalabalığında ilk bakışta dünyanın
dönüşüne inat bir ritimsizlik göze çarpıyor. İşte girişe yakın şu kapıda hemşire
elindeki ilaç tepsisine hamle yapan Necati’nin eline vuruyor. Necati sırıtarak elini
bir ileri bir geri uzatır gibi kendince hemşireyi yeniden deniyor. Hiyerarşinin
apaçık olduğu ortamlarda denemek makul bir tanım değil aslında. Deneyen ve
denenen baştan bellidir zaten. Erkek hemşire Necati’ye ters bir bakış atıyor.
Necati kuyruğunu kısan uysal bir köpek tavrıyla elini boşta kalan avucuna
saklayıp adamın önünden çekiliyor. Necati adamın bakışının ağırlığını biliyor.
Yumruğunun ya da duvara sertçe çarpıldığında insan bedeninin hissedilen
ağırlığını bildiği gibi. İnsan bedeninin kütle ağırlığı ay yüzeyinde altıda bir
ölçülebilirken burada duruma göre altı katı kadar artar.
Kalabalığın arasında Canti Süleyman göze çarpıyor. Saçını sürekli eline ne
geçerse onunla, eline hiçbir şey geçmezse de avucuna attığı okkalı tükürükle
ıslattığı için kafası mütemadiyen kusmuk gibi kokuyor. Kafaya yapışık parlak
kuzguni saçlar. Yanına yaklaşılmadığı sürece “Burada ne işi var” dedirtecek
kadar düzgün bir görüntüsü var. İyice çukura kaçmış olsa da kara gözleri ve
zayıf yüzünü örten esmer sakalıyla yakışıklı bile sayılabilecek bir yüz. Yakından
bakıldığında ise gözlerin nirengini kaybetmiş gibi seğirten hızlı hızlı hareketi,
gözbebeklerinin bir küçülen bir büyüyen yakınlık ayarını kaybetmiş odakları
yine aynı ritimsizliği tekrarlıyor. Güzel saçlarının tiksinti uyandıran kokusu
ortama giren insanları ona yaklaşmaktan anında caydırıyor. Canti halinden
bihaber bir tavırla çevrede kimi görürse yaklaşıp havalı havalı eliyle saçlarını
geriye doğru şöyle bir tarayıp başıyla selam veriyor. Kibar yürüyüşü nedeniyle

insanlar Canti ancak diplerinde bitiverince fark ediyorlar onu. Ürküp selamı
almakla almamak arasında bocalarlarken Canti aynı kibar adımlarla sanki
meşgulmüş gibi yanlarından geçip gidiyor.
Herkese ressam olduğunu söylüyor. Oysa resim odasına girmesine izin
verilmiyor artık. Boyaları da avucuna bulayıp saçına sürüyor çünkü. Çıkarmak
için çitilemek gerekiyor. Canti, böyle güzel, deyip ona da izin vermiyor. Kimsenin
onunla uğraşacak hali yok. O yüzden herkes resim yaparken o televizyon
odasında dizi izliyor. Tuvalsiz ve boyasız bir ressam. Havaya asılı televizyon
ekranının önünde anlamını kimsenin hatırlayamadığı garip bir tablo gibi
duruyor.
Ruhun varlığına inanmayan mütehassısların “Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi”
adını verdikleri bu yerde çelişkiler her yerde. Haftada bir saçları sarı bembeyaz,
yaş almış bir profesör, ardı sıra grup halinde uçan turnalar gibi koşturan
asistanlarıyla içeri girer. Düzenli bir yol şeridi gibi beyaz, ütülü ve parlak geçip
giderler.
Hüsnü katatonik. Genelde bir kolu söz almak ister gibi hafifçe havaya doğru
kalkık duruyor. Yüzü gerçekten de öğretmeninden söz almak için elini kaldırmış
küçük bir çocuğu andırıyor. Alev Hoca, Hüsnü’nün önünde her seferinde şöyle bir
durur, havaya asılmış ufak tefek beyaz kola bakıp masajı aksatılmasın der.
Ardında turnalar, hocanın gelişi ortama bir metronom gibi sabit bir ritim katar.
Ama o da geçicidir. İçerdekiler aynı ritmi tutturana kadar hoca ve ekibi çoktan
çıkıp gitmiştir bile.
Dışarıdakiler kendilerini huzurla normal olduklarına inandırabilsin diye
kapatıldıkları bu ortamda az çok hepsi aynı. Kadınlar katındaki Mercan Fatma
gibi. O bakım, endam, o narin beden. Ona inat deliliğin resmi ve gururlu bir
sunumu gibi her yanı kırmızıya boyanmış bir yüz. Sahnede olsa fazla dikkat
çekmez aslında. Ama bu renksiz denizde yüzündeki kırmızılar Fatma’nın iyiye
gitmediğini uzaktan anlatan çalakalem bir tablo sanki. Bu kırmızı surattan dolayı
mercan diyorlar ona. Kendisi de bunu sahne ismi gibi kabullenmiş. Hayatında hiç
sahneye çıkmadığını herkes biliyor. Ama bir gazinoda sahneye çıkmak için
Gaziantep’teki evinden kaçıp İstanbul’a geldiğini ve başına gelmemesi gereken
şeyler geldiğinden önce cezaevine sonra da genç yaşta buraya geldiğini de. Ben
sahne aldığımda, diyor, nefesler kesilirdi. Spot ışıkları üzerimde parlar, elbisemin

tüyleri pır pır uçuşurdu. Milletin kalbi yerinden oynardı. Ayakkabımdan şarap
içenler mi, aşkımdan intihara kalkışanlar mı… Sonra başlıyor nihavend kürdi bir
ezgi mırıldanmaya. Makamlar karışıyor, üst üste biniyor. Yine de bitirdiğinde
çevrede kim varsa alkışlıyor onu. Bir an önce bitirsin diye mi hevesle
alkışlıyorlar yoksa abartılı bir reveransla çevredekileri selamladığından
performansın sonlandığını sandıkları için mi, bilinmez. Mercan Fatma’nın
yanından herkes bir şeyler mırıldanarak ayrılıyor. Huzura benzer bir duygu
kalıyor havada.
İçeridekiler aynı ritimsizliği dışavurumcu çılgın bir senfoni gibi sürdürüyorlar.
dünyanın kalbinin, o ana kalbin ritmini dışarıdaki gürültüde bir mağazada, bir
ofiste, bir otobüs terminalinde veya bir parkta kaybetmişler. Ayakları aynı
ritimle ilerlemez olmuş. Cümleleri, kelimeleri herkese ayan o ezgide sıralayamaz
olmuşlar bir gün. Düşünceleri aktıkları uyum nehrinden sıyrılıp selde kalmış bir
evin tüm pencelerini kırıp içeri dolan su gibi hücüm etmiş zihinlerine.
Tutunabilecek bir dalı kalmayan düşünceler her yana dağılıp gitmiş. Hayatın
müziğinin, o hepimizin bilmeden de olsa içinden mırıldandığı o malum ezginin
sözleri karışmış. Hayatın, kimsenin ayak balmaması gereken bölgesine
geçivermişler.
Geri döndüklerinde ise eskiden beri aşina oldukları dünyalarının mültecisi
olmuşlar. Ne dilini, ne halini tavrını çözememişler. Dilleri, halleri, tavırları arıza
vermiş. Bir şeyler havada kalmış. Oturmamış. O günden beri de bu kasavetli
mekânda kaybettikleri o kadim ritmi arıyorlar.

Tıp-tıp tıp-tıp tıp-tıp

Biri dursa… Bir anne kalbine bastırıp biraz kucağında sallasa… Birisi az
mırıldansa hatırlayacaklar.
İçeri tıkılmamak için dışarının kurallarına uymalı insan. Kamusal alanda
delirmek pek makul sayılmaz. Kendi köşende dilediğin kadar yitirebilirsin aklını
oysa. Sınırlarını ihlal etmediğin sürece insanlar farkına bile varmaz. Evin içinde
olan evin içinde kalır. Havaya asılı bir urgan, bilekleri düşman edinmiş bilumum
kesici alet, uyku tutmayanları uyutmaya azmetmiş envai çeşit rengârenk haplar…
Kimse farkına bile varmaz.

Ben mi?
Ben onlardan biri değilim. Birkaç güne işim biter burada. Bu karanlık dehlizin bir
parçası değilim ben. Hikâyemi yazmak için geldim buraya. Bir kalem istemiştim.
Nerede kaldı?.. Verseler hikâyemi tamamlayıp çıkacağım.