Kavilleştikleri gün gelmişti. “Hasat sonu” demişlerdi. Kerim Ağa, oğlu Alican’ı Çulsuz
Hüsmen’in kızı Şirin’le baş göz edecekti. Her iki evde de düğün hazırlıkları günler
öncesinden başlamıştı. Evlerde telaş, gençlerde heyecan doruğa ulaşmıştı. Kerim Ağa
karısını alarak, kız evinin dilek ve isteklerini öğrenmek üzere Çulsuz Hüsmen’in evine
gitti. Hal hatır soruldu, yenip içildi. Sonrasında usul ve erkân tartışılarak, dilek ve
istekler dile getirildi. Hemen her konuda anlaşmaya varılmıştı. Ancak Çulsuz
Hüsmen’in bir dileği vardı ki Kerim Ağa’yı şaşırttı, biraz da telaşlandırdı. Düğün üzeri
deveyi nereden bulacaktı? Gelin ancak deve üstünde oğlan evine gidebilecekti. “Deve
olmazsa düğün de olmaz” diye kestirip atmıştı. Kerim Ağa pişmiş aşa su katmak
istemedi. Olgunluk göstererek “Olur be Hüsmen, bunca şeyin yanında bir devenin sözü
mü olur” deyip işi tatlıya bağladı.
Kalkıp eve döndüklerinde Kerim Ağanın kafasında konuşulan onca şeyden hiçbiri
kalmamıştı. O sadece deveyi düşünüyordu. Deveyi nereden bulacaktı? “Deve olmazsa
düğün de olmazmış!” Adamın yediği herzeye bak. Çulsuzun teki işte.
Kerim Ağa sabah olur olmaz kahveye vardı. Bir deve nereden buluruz diye ortadan
sordu. Kör Hafız, buluruz ağam, o kolay diyerek ortaya çıktı.
– Söyle bakalım.
– Sakallı İbrahim, deve besler ve ticaretini yapar.
– Kim bu?
– Camızağılı köyünde, buraya yarım günlük mesafede. İstersen götürürüm seni.
Ertesi gün Kerim Ağa ile Kör Hafız birlikte yola çıktılar. Gün ortasında köyde oldular.
Etrafındaki ağaçlarla büyük bir bahçeyi, içindeki ağıl ve ahırlarla da bir çiftliği andıran
bir mekânda oldular.
Sakallı İbrahim bahçenin bir köşesine kondurulmuş eski ve yıpranmış tek katlı bir evin
hayat kısmında şekerleme yapıyordu. Seslere uyanarak ayağa kalktı. İri, uzun boylu
yağız biriydi. Kara sakalı göbeğine varmıştı. Sakallı bu koca evde bir başınaydı.
Çoluk-çocuğu yoktu. Hayvanlara bakan, getir götür işleri yapan, develere seyislik eden
ve bahçe içinde ayrı bir kulübede yaşayan bir aile ile birlikte yaşıyordu. Sakallı onları
görünce uzandığı kerevette doğrulup ayağa kalktı ve “Hoş geldiniz ağalar” diyerek
onları karşıladı. Kerim Ağa söze hayırlı bir iş için geldiklerini söyleyerek başladı,
düğün dernekten dem vurarak bir deve kiralamak istediklerini anlattı:
“Bizim Çulsuz Hüsmen, nereden aklına geldiyse, düğün devesiz olmaz dedi.
Neylersin? Çocuklar birbirini seviyor.” Sakalı İbrahim, İçinde kanayan bir yaraya
dokunulmuşçasına inleyerek, “Ohoo işin içinde sevgi varsa bu develerin hepsini
gönderirim, paraya da gerek olmaz dedi.
Vakit akşam olmuştu. Sofrası zengin, yüreği gani idi Sakallının. Kerim Ağayı ve Kör
Hafızı o gece misafir etti. “Geç olur” dedi. “Hem kamyon şoförüne haber salmak gerek
devenin taşınması için. Bu gece kalır yarın sabah yola çıkarsınız.”
O gece yendi içildi söyleşildi. Mistik bir havası vardı Sakallının. Aşktan ve sevgiden
dem vurdu bütün bir gece. Bu köye sevdalısı yüzünden yerleşmişti. Sevgilisi bu köye
gelin gelmişti, evli ve beş çocuğu olmasına rağmen onu hâlâ seviyordu. “Onunla bu
dünyada olamadık ama öbür tarafta sonsuza dek birlikte olacağız” diyordu
Ertesi sabah genç ve güzel bir deve seçildi. Seyisi onu suvardı, tımar etti. Kerim Ağa
Sakallıya teşekkür ederek kira bedelini ödemek istedi. Sakallı, “Kirası mirası olmaz bu
işin, sevgililere armağanım olsun!”
Sonrasında deveyi taşıyacak kamyon geldi. Deveyi kamyona yüklediler, Seyisi de
yanlarına alarak yola koyuldular. Köye vardıklarında şenlikli bir kalabalık onları
karşıladı. Çoluk çocuk devenin etrafında koşuşturmaya başladı. Aralarında deveyi ilk
kez görenler hayretlerini ve heyecanlarını tutamadılar. Yamru-yumru bir hayvan, gelin
buna nasıl binecek? Kimileri alaylı gülüşlerini gizlerken, kimileri dudak büküyordu.
Ama köyde bir ilk yaşanıyordu. Çulsuz bunu nereden akıl etmişti?
Kamyonun şoförü usta bir manevrayla kamyonu evin avlusuna yanaştırdı. Konan
kalaslar yardımıyla hayvan kamyondan indirildi. Gelin evi büyük bir telaş ve heyecan
yaşıyordu. Deveyi alıp bir güzel süslediler. Ağzını, burnunu, salyalarını bir güzel
temizlediler. Beyaz, saten bir şalı devenin başından aşağı geçirdiler. Örtü hayvanın başı
hariç her yanını örtüyordu. Sonrasında bu örtüyü takılar, banknotlar ve kırmızı
kurdeleyle fiyonk edilmiş çil-çil altınlarla donattılar.
Oğlan evi davul zurna eşliğinde öğleden sonra gelini almaya geldi. Gelin kırmızı
duvağı içinde özenle deveye bindirildi. Seyis deveyi yedeğine aldı. Davul zurna ve
türküler eşliğinde oğlan evinin yolu tutuldu. İnsanların sevinç ve hayret naraları
birbirine karıştı. Gözyaşları tutulamadı.
Oğlan evine gelindiğinde Seyis deveye ‘çök’ emri verdi. Gelin alkışlar ve çığlıklar
arasında deveden indirildi. Damadın yanına konup evden içeri sokuldu. Geride
hediyeler, çeyiz bohçaları, tatlı ve börek tepsileri tek-tek oğlan evine taşındı. Sıra
devenin üzerindeki altın ve paralarla donatılmış beyaz saten şala geldiğinde seyisin
gürleyen sesi duyuldu. “Durun!” dedi Seyis. “Devenin üzerindekiler deveye aittir.” Bir
anda gözler açıldı. Hayret nidaları yükseldi. Kimse bir şey anlamamıştı. Seyis
ahkâmını yineledi. “Devenin üzerindekiler devenindir.” Bu bir Peygamber kavlidir.
İnsanların hayreti daha da büyüdü. Seyisi ciddiye almak istemeyen Kerim Ağa, Seyisin
karşısına dikeldi. “Nerede görülmüş böyle bir şey?” Seyis, “Bu bir Peygamber
sünnetidir. Deve kutsal ve mübarek bir hayvandır. Onun özgür bir iradesi vardır.
Hepiniz bilirsiniz ki, Medine döneminde, Peygamber’in misafir olacağı evi o
belirlemiştir. Mescid-i Nebevi onun çöktüğü yere yapılmıştır. Üzerindekileri almak
devenin rızası hilafına caiz değildir.” Deyince sesler bir anda kesildi. Herkes birbirine
bakıyordu. Birileri Kör Hafız’a yanaşarak, “Böyle bir şey oldu mu?” diye sordu. Kör
hafız, “Oldu tabii, bunu bilmiyor musunuz? Hatta devenin adı Kasvâ’ydı.” Seyis bu
sessizlikten yararlanarak sesini daha da yükseltti. Kendinden emin bir şekilde,
“İsterseniz İmama soralım” dedi. İnsanlar düğünü bırakıp İmamın evine koştu. Herkes
İmamın ağzından çıkacak fetvayı bekliyordu. İmam şaşkın bir vaziyette ne diyeceğini
bilemedi. Yutkunup, kekeleyip durdu. Seyis bundan yararlanarak, “Buna devenin karar
vermesi gerekir” diyerek ortaya atıldı. Devamında, “Nasıl ki deve, Peygamber
Efendimizin misafir olacağı evi belirlemişse, üzerindekilerin kime ait olacağını da
belirler” dedi. İmam dahil herkes şaşkınlık içindeydi. Ama hiç kimse hayır diyecek
cesareti de gösteremedi. Seyis sözlerine devamla, “Şimdi” dedi. “Deveyi meydanda
bırakacağız, deve gelin evine meylederse üzerindekiler gelinindir. Aksi halde
devenindir.” Bu bir Peygamber sünnetidir diye de ekledi. Buna İmam dahil hiç kimse
ses çıkaramadı. Kerim Ağa, Kör Hafız ve diğerleri umutsuzca İmamın yüzüne
bakıyorlardı. İmam ise Peygamber’in bu sünnetine karşı koymanın bir sapkınlık
olacağını düşünüyor, sessiz ve çaresiz kalıyordu.
Seyis, deveyi üzerindekilerle birlikte yedeğine alarak köyün meydanına taşıdı. Deveyi
meydanda bir başına bıraktı. İnsanlar tevekkül içinde ve meraklı gözlerle devenin ne
yapacağını beklemeye başladılar. Kimi ‘la havle’ çekiyor, kimi ‘salâvat’ getiriyordu.
Hatta secdeye varanlar bile oldu. Hayvan bir süre çökmüş olduğu yerde geviş getirip
durdu. Sonrasında ayağa kalktı, etrafına bakındı ve havayı kokladı. Ardından su
yalağının olduğu yere seğirtti. İnsanlar nefeslerini tutmuştu, heyecan ve merakları zirve
yapmıştı. Akın-akın devenin peşine düştüler.
Deve birkaç adım attıktan sonra üzerinden sarkan şalın eteğine basmasıyla şal üstünden
sıyrılarak yere düştü. Takılar, altınlar, banknotlar ortalık yere saçıldı. Kalabalığın
arasından biri, “Deve üleşmemizi istiyor” diyerek ortaya atılıp şalın üzerindekilere
saldırdı. Bunu gören diğerleri de geri durmadı. Bunlar arasında Seyis, Kör Hafız ve
hatta İmam da vardı. İnsanlar yağma ve talan peşinde birbirlerini itip kakıp büyük bir
kargaşa yaşarken, deve başını yalağa sokmuş, kana kana su içiyordu.