Denizin sahildeki küçük çakıl taşlarına usulca sokulurken çıkardığı sesler zor işitiliyor. Hâlbuki geçen gün de aynı yerdeydim. Şiddetli lodosla hırçınlaşan dalgalar sahili öfkeyle dövüyordu. Bu akşam sular sakin ve berrak. Çakıl taşlarını sayabilir, elimi uzatsam dokunabilirim. İnecek bir yer, bir merdiven olsa ayaklarımı sokmak isterdim suya. Hava gittikçe serinliyor. Gözümü denizden ayırıp karşıya bakıyorum. Kız kulesi bu akşam daha mı yakında? Yoksa bana mı öyle geldi? Ortalık kararmaya başladı. Yanan fenerini görebiliyorum kulenin. Arka arkaya iki kere yanıyor kısa aralıklarla. Sonra biraz daha uzun süre boşluk bırakıyor. Bekliyorum yeniden yanmasını. Direkteki bayrak yorgun olmalı. Hiç kıpırdamıyor.

Bu ses de nedir? Evet, karşı sahilden gelen bir motor yanaşıyor kuleye. Birkaç kişi indi. Bir kültür insanı epey zaman önce, burası “Şiir Başkenti” olsun, demişti. Ne yazık ki güzelim kuleyi lokantaya çevirdiler. Nerede o ince ruh, bu nazlı kuleyi ihya edecek? Denizin rengi değişmeye başladı. Geldiğimde koyu lacivertti, şimdi ise kızıla dönüyor sessizce. Bulutların rengini yansıtıyor. Güneş artık görünmüyor. Fakat aydınlığı hâlâ, ben buradayım, bir yere gitmedim, yarın mutlaka buluşacağız diye fısıldıyor. Karşı kıyıdaki koyu renkli, yumuşak kubbeler huzur verici bir yakınlık içinde.

Martıları göremez oldum. Eminim onlar da bu muhteşem akşam ayinini bir yerlerden seyrediyorlardır. Sesleri çıkmıyor, huşu içinde olmalılar. Gurup kırmızısı, yerini karanlığa terk ediyor yavaşça. Gece mavisi hâkimiyetini kuruyor. Herkes bu muhteşem ziyafete davetli! Birazdan yıldızlar çıkar. Ateş böcekleri gibi serpilirler gönüllerince bu sonsuz bahçeye.

“Tanrım yaşadığım için öyle sevinçliyim ki!” diye mırıldandı inhisarlardan emekli Hasan Bey. Son defa semaya bakıp sahilden ayrılarak yorgun adımlarla evine doğru yürümeye başladı. Üsküdar’da babadan kalan evde annesiyle yaşıyordu. Ne yazık ki, onu da geçen sene kaybetmişti. Kimsesi kalmamıştı bu dünyada. Kendine uygun bir kız bulup evlenememişti. Annesinin, zamansız ölümüyle büyük bir boşluğa düşmüştü. Son aylarda yalnızlık iyice tak etmişti canına. Ama yapacak bir şey yoktu. Çaresiz alışmıştı bu duruma. Sığınacak bir gönül, bir dost yoktu. Yokuşun başına geldiğinde nefes nefese kalmıştı.

Köşedeki bakkaldan bir kalıp beyaz peynir aldı. Evde salatalık, domates vardı. Yorulmuştu fakat eve de gelmişti. Derin bir nefes alıp başını kaldırdı. Evinin çevresini en küçüğü yedi katlı olan beton yığınları sarmıştı. Üzülerek kafasını salladı. Gittikçe koyulaşan akşam karanlığında bahçesine baktı. İçine yine sevinç doldu. Yakınlarda hiç bahçe yoktu. Yollarda tek tük ağaçlar, o kadar. Herkes onun bahçeli bir evde oturmasına imreniyor olmalıydı. Onların yeşilliği sadece saksıların içindeydi.

Demir kapıyı itip toprak yoldan eve ulaştı. Elindeki naylon torbayı kapı tokmağına astı, kilidi açıp eve girdi. Adımını atar atmaz annesinin, “Sen mi geldin Hasan?” diyen sesini bekledi. Böyle bir ses aylardan beri yoktu, bunu biliyordu. Lâkin her defasında bu sesi duymayı arzu ediyordu. Kapıyı kapattı, ceketini çıkarırken Sarman miyavlayarak bacağına sürtündü. Eğildi, hayvanın başını, boynunu okşadı. “Tamam!” dedi, “Acıktığın belli oluyor. Önce seni doyuralım.” Mama tasına yiyeceğini koydu. Sarman teşekkür edercesine mırıldanarak yemeğe başladı. Hasan Bey afiyet olsun dercesine hayvanın başını okşadı.

Oturma odasının bütün ışıklarını açtı. Bazı akşamlar karanlık onu rahatsız ediyordu. Yalnızlığını artırıyordu sanki. Aydınlıkta daha huzurluydu. Cam kenarındaki koltuğa baktı. Annesinin koltuğu… İnce bir sızı yüreğini yokladı. Bir türlü alışamamıştı o boş koltuğa. Bir kere bile oturmamıştı annesinin ölümünden sonra. Koltuk annesiyle özdeşleşmiş hatta onun yerine geçmişti. Özlemle baktı. Gözleri dolar gibi oldu. Burnunu çekip mutfağa döndü. Buzdolabından domatesle salatalığı çıkardı. Yıkayıp küçük bir kayık tabağa doğradı. Peyniri sudan geçirdi. Bir dilim kesti. Dörde bölüp cam tabağa koydu. Ekmek kesti. Sonra hepsini oturma odasındaki masaya taşıdı.
Babasının yıllar önce, o daha gençken, bir arkadaşına yurt dışından getirttiği pikabı açtı. Dolaptan bir plak alıp yerleştirdi. Az sonra Veli Dede’nin hicaz peşrevi yükselirken Hasan Bey de bir duble hesabıyla ince bardağına içkisini koyuyordu. Başıyla tempo tutarak biraz su ekledi. Sonra da buz… Beyazlanan bardağı havaya kaldırıp ışıkta baktı, sonra kokladı, mis gibi diyerek. Bir yudum içti, ağzına bir parça peynir attı. Sigara paketine uzanırken Şevki Beyin şarkısı başlamıştı.

Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz
Dünyada gönül yâresine çare bulunmaz

Bir sigara yaktı. İki nefes çekti. Hiç bende dil yâresi olmadı ki diye düşündü. Dil yâresi nasıl olurdu, bilmiyordu. Daldı. Sonra çatalını domatese uzattı. Ekmeğin kenarından biraz ısırdı. Ağzındakileri çiğneyip solistin sesi kulağındayken ikinci yudumunu aldı. Sigarasından bir nefes daha aldı. Külü uzamıştı sigarasının. Bu arada ikinci şarkı başlamış, Hasan Bey de ilk kadehin yarısına gelmişti. Yavaşça eşlik etmeye başladı Fehmi Tokay’ın bestelediği şarkıya:

Aşkı seninle tattı, hicranla yandı gönül
Evvel coştu, taştı da şimdi uslandı gönül

Kalkıp kül tablasını aldı sehpadan, bitmek üzere olan sigarasını söndürdü. Aşk, gönül yangını nasıl bir şey olmalıydı ki bu şarkılar besteleniyordu. Fakat acı bir şey olduğu muhakkaktı. Gözleri daldı. Ağzına bir salatalık atıp ikinci sigarasını yaktı. Bir nefes alıp tablaya bıraktı. Yükselen dumanlar tavanda mavi bir bulut oluşturmuştu. Annesi geldi hatırına. İçme şu mereti derdi, ne buluyorsun bilmem ki. Baban da içerdi rahmetli. Sonu ne oldu gördün. Bin bir zorlukla nefes almaya çalışan babası geldi gözünün önüne. Anne derdi, ben babam gibi tiryaki değilim ki. Keyif için içiyorum. Canım anneciğim diyerek gülümsedi.

İkinci kadehi doldururken başlayan şarkı yüreğine oturdu. Selahattin Pınar bestesi… Ölümsüz bir eser. Her seferinde sanki ilk defa dinliyormuş gibi olurdu. Hep aynı duygu, aynı kırıklık!

Gönül yarasından acı çekenler
Feleğin kahrına boyun eğermiş

Yine bir ezilme hissetti göğsünde. Hiç gönül yarası acısı çekmemişti. Bu yaşına kadar hiçbir kadına âşık olmamış, kimseye gönlünü kaptırmamıştı. Fakat bu şarkı onu derinden etkiliyordu her dinleyişinde. Sanki gönlünü kaptırmış, karşılık bulamamış da acı çekmiş gibi geliyordu. Peynire uzandı, gömleğinin yakasından bir düğme açtı. Keşke gönlümü kaptırsaydım da, acı çekseydim diye hayıflandı.

O zaman bu şarkı tam bana göre olurdu. Arka arkaya iki yudum içti. Ağzına peynir atarken dünden kalan köfteleri hatırladı. Tabii ya diyerek kalkarken hafifçe sendeledi. Hasan Bey dedi kendi kendine. Yavaş ol. Sarhoş oluyorsun. Kendini sınayarak sallanmadan mutfağa gitti. Üç köfte ısıttı. Birini hemen oracıkta ağzına attı. Dili yanarak yuttu. Bir yudum su içti. Acelen ne yahu diye gülümseyerek masanın başına döndü. Yeni bir şarkı başlamıştı pikapta. Bu kez Bimen Şen’deydi sıra.

Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından
Bir tel saç kaldı onun hatırasından

Hatırlanacak biri olmuş muydu? Hayır. Ya da bir tel saç? Yoktu. Lakin şarkı yine de çok güzeldi. Bardağın dibinde kalanı içti. Üçüncü kadehi doldurdu. Yeni bir sigara yaktı. Çakmağı masaya koyarken düşürdü. Eğilip aldı. Bir köfteyi çatalıyla bölüp bir parçasını ağzına attı. Bir domates aldı. Arkasına yaslanıp derin bir nefes çekti sigarasından. Bu son kadehi olacaktı. Küçük bir yudum aldı. Kulağını bir sonraki şarkıya verip mırıldanmaya başladı. Yanlış hatırlamıyorsa Ekrem Güyer bestelemişti bu ölümsüz eseri.

Hançer-i aşkınla ey yar gönlüm üzre vurma hiç
Öyle bir derde giriftarım ki halim sorma hiç

Annem çok severdi bu şarkıları diye mırıldandı Hasan Bey. Bu plağı kaç kere dinlemiştik beraber. Masayı toplamalıyım artık. Bulaşıkları yarın yıkarım. Bu akşam annemin vefatının birinci yılı… Farklı bir şey yapacağım. Anneciğim, beni affet. İlk defa bu akşam, sen öldükten sonra bıraktığın koltuğa oturacağım. Sıcaklığını hissederek bütünleşeceğim seninle. Ben o koltukta seninle birlikte olacağım. Bunu sen de istersin, biliyorum. Ayrılamam senden ömür boyunca. Seninle doğdum, seninle. . . Boğazı düğümlendi. Gerisini getiremedi. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Belki ağlardı.

Hasan Bey annesinin koltuğuna oturur oturmaz tedirgin oldu. Sanki bu koca yaşında annesinin kucağına oturuyordu. Elindeki kadehi yanındaki sehpaya bıraktı, sigarasından derin bir nefes çekti. Arkasına yaslandı. Yumuşak koltuk ana kucağı gibiydi gerçekten. İyice yerleşti. Çocukluğunu hatırladı. Babası azarladığında sığındığı kucaktı. Gözlerini kapadı. Yeni bir şarkı başlamıştı. Bir Suphi Ziya Özbekkan bestesi.

Dün gece yeis ile kendimden geçtim
Teselli aradım meyhanelerde

Bu şarkıya eşlik etmedi, edemedi. Sadece dinlemek istiyordu. Sigarayı tutan eli yana düştü. Hasan Bey gerçekten annesinin kollarındaydı o anda. Çok mutluydu. Yaşadığına bir kez daha sevindi. Yüzünde geniş ve huzurlu bir tebessüm vardı. Kucağındaki Sarman keyifle mırıldanıyordu.
****
İki gün sonra Aysel Hanım balkonda çamaşır asıyordu. Karşı balkona çıkan Meral Hanım masa örtüsünü silkelerken Aysel hanımı gördü.

– Kolay gelsin komşu.
– Teşekkür ederim canım.
– Gördün mü adamın başına geleni?
– Sorma kardeş. İtfaiyeye geç haber vermişler.
– Kedisi de kucağındaymış. Bizimki söyledi.
– Kimsesi yoktu bildiğim kadarıyla…
– Keşke belediye yanan yere güzel bir park yapsa.
– Ah keşke. Yine yeşillenir mahallemiz.
– İşin bittiyse sabah kahvesine gelsene.
– Birazdan dizi filmim başlayacak ama…
– Bende seyrederiz hayatım.
– Oldu şekerim. Ocağın altını kapatıp geliyorum.

Güneş iyice yükseliyordu…