Uzun zamandır işe çıkmadım. Musa çağırınca da ağırdan alıyormuş gibi yaptım. Epeydir şu Nedim salağını bulalı bana yüz vermiyordu. Bilmiyor değilim. Şu tikim yüzünden. Biri bana dokunursa, parmağının ucuyla şöyle dürtmek gibi, başlıyorum gıdıklanmış gibi gülmeye. Gülerken gülerken gözümden yaşlar boşanıyor, altıma kaçıracak hale geliyor, iş uzadıkça uzuyor, karın kaslarım ve çenem ağrıyor, yorgunluktan geberiyorum. Duramamak çok sinir bozucu sonuçta. Bu gülmek bile olsa. Mahalledeki adiler durumu kavradığından sokaktan geçerken bile parmaklarını oynatarak sinirlerimi zıplatıyor. Açıkcası mahalledense tanımadığım yerlerde takılır oldum.

Sizler o kadar gülmenin ne demek olduğunu bilir misiniz bilmem. Başıma gelmeyen kalmadı. Yemek sırasında gelen kahkaha nöbeti yüzünden boğulmaktan son anda kurtulduğum lokmalar oldu. Artık insanlarla yemek yemeye korkuyorum. Tanımadıklarım değil, tanıdıklarımdan geliyor, bilenlerden, ne gelirse eş dosttan geliyor insana. Şöyle serçe parmaklarının ucuyla dokunmaları yetiyor gülme nöbetine girmeme. Artık iş, uzaktan parmaklarını büyücü gibi kıpırdatmalarına vardı. Abra Kadabra. Allahım nedir bu lanetim. Ben böyle mi doğdum, sonradan mı oldum!
İnanın bana insan neşeli değilken gülmesi çok acayip bir durum. Nasıl olabiliyor. Herhalde diyorum, gülmekle ağlamak beynin aynı yerinden çıkıyor. Her kahkahanın sonu da gülerken gülerken gözyaşıyla bitiyor, tükenmeyle.
Son işimizde, enselendiğimizde villanın salonundaydık. Evin sahibi bizi iş üstünde yakalayınca hırsızlanacak hiçbir şeyi evde bulundurmadığını gururla söylemişti. Gülmüyordu, acıyarak konuşuyordu adeta. Musa sinirinden sırıtmaya başlamıştı. Ev sahibinin özgüveni ve rahatlığı sinir bozucuydu. Biraz sonra kahve ya da içki ikram etmesine ramak kalmış gibi. Zengin eviydi sonuçta, adam nutuk atmaya alışıktı. Konuşurken bir de yanıma kadar gelip parmağını göğsüme dürtmez mi? Ulan ben o parmağı ne yaparım, biliyor musun? Yapamadım tabi, hep şu tik yüzünden. Kalın, küt, altın yüzüklü, parmağa bakakaldım. Kısacık bir an. Parmağın kılları ve Musa’nın olacakları anlayan gözleri üst üste çakıştı zihnimde. Herifin tırnakları resmen manikürlüydü, daha da sinirim bozuldu. Bu ayrıntıyı çok net hatırlıyorum. Elinin üstündeki siyah kılların birkaçı, nedense hepsi değil, o asi bir kaç tel, nefesimden hafifçe titremiş gibi gelmişti. Kılların yani. Kimileri beyazlamış diye düşündüğümü hatırlıyorum. Titreşenler siyahtı, beyazlar daha sert oluyordu çünkü. Her neyse işte kıl oldum yani.
Arası kopmuş. Musa’nın dediğine göre önce yavaş yavaş bir iki iç geçirmişim. Adam anlamamış tabi. Bir iki hıçkırık gibi. Hayretle açılmış gözlerle bana bakıyormuş. Önce bir iki hıçkırık, sonra yavaş yavaş kreşendo yapmışım tabi. En son yerlerde solucan gibi sağa sola kıvrılırken, adam da bir tür sara nöbeti geçirdiğimi sanıp kafamı çarpmayayım diye bana müdahale etmeye çalışırken ve Musa da adama durumu anlatmaya didinirken olaylar çığırından iyice çıkmış. Yerlerde kahkaha hırıltısıyla kıvranan bir adam, onun üstünde bir diğeri (evsahibi), onun da üstünde Musa. Adamın karısı salona inen üst kat merdivenlerinden hayretle bize bakıyormuş. Musa anlatmıştı namussuz. Kadın filmlerdeki kadınların giydiği türden gecelik ve sabahlık giymişmiş.
Adamın karnıma, sağıma soluma denk gelen elleri artık kahkahaların sonlanmasını imkansız kılmış. Kahkahalardan nefes alamadığımı anımsıyorum. Gülmekle çıldırmak, boğulmak ölmek arası bir halde, hırıltılı sesler çıkararak, gözlerim kan çanağına dönmüş, çakmak çakmak yuvalarından fırlamış halde can çekişiyormuşum. Ambulansta, oksijen ve sakinleştiriciyle nefes almaya yeniden başlamışım.
Gülmenin ve kahkahanın misafirliğe gelmediği bir evin defolu ürünüyüm ben. İnsanları güldürmeğe mükellef kılınmış bir kendi gülemeyen. Gülünecek, neşelenecek bir şeyler arayan mahalle halkı hiçbir şey bulamazsa benim hikayelerle oyalanır böyle. En sonuncusu alışveriş merkezinin güvenlikçisine attığım kafa. Yapma dedim etme dedim tikim var dedim, adam mikim var dermişim gibi baktı. Ellerini belime uzatmasıyla ipimi kopardım. Anlatamıyorum. Etrafıma çekilmiş bir koruma bandıyla mı gezeyim. Güvenliksen güvenliğimi bil. Çek ellerini bedenimden. Diyemedim tabi. Nasıl diyeyim.
Anamla babamın daha evvel ölen kardeşimin yasını bende tuttuğunu biliyorum. Ölenin kimliğini almışım sonuçta. Onlar bana ağlayarak bakarlardı. İkisinden birinin güldüğü bir anı düşünüyorum düşünüyorum bulamıyorum. Yüzleri bana Rönesans ressamlarının tablolarını anımsatırdı. Resimden anladığımdan değil. Ortaokuldaki sanat tarihi hocası o dönemin erkeklerinin yüzlerinde çileci İsa’yı, kadınlarında da Meryem’i gördüğünü söylerdi. Oradan yani. Konu dağılmadı. O portreler de gülmüyordu yani. Soylu bir acıyı tevekkülle çekiyorsanız basitçe gülmezmişsiniz. Hocanın yalancısıyım. Bak lafa bak. Dikkat ettin mi?
Ben gülmeyi öğrenmemiştim. Gülmek öğrenilir, ne sandınız.
Neşeyle ve kahkahayla ilkokulda tanıştım. İlk güldüğüm anda sesim bana o kadar acayip gelmişti ki anlatamam. Ben olan başka bir benle karşılaşmıştım. Sesimi duyunca daha da çok gülmüştüm. O da bana gülmüştü. Sesim değil, Aygül. Beyaz dişleri ağzının içinden ay gibi parlamıştı. Işığına dokunmak istemiştim. Kendimi o kadar hafiflemiş hissediyordum ki uçmaya başladım. Gülerken gülerken okulun çatısına doğru yükseldim. Dünyadaki bütün iyi ve güzel şeyler ferahlayıp genişleyen ruhuma doluyor ben gülümsemeye devam ettikçe de dolmaya devam ediyordu. Ders bitene kadar gülümsedim. Resim dersiydi. Turuncu akan bir nehir, masmavi bir güneş, sapsarı ağaçlar, bir de zikzak kuyruğuyla göğe yükselen mor bir uçurtma resmi.
O resimdeki gibi olsaydı hayat, ne güzel olurdu. Eve gülümseyerek gelmiş, gülümseyerek işemiş, gülümseyerek ödevlerimi yapmıştım. Anamla babamın yaslı yüzüyle akşam yemeğinde karşılaştım. Göğe yükselmiş bir uçurtma gibiydim ya, babam ipimden hızla tutup çekiverdi. Şak. Okkalı bir tokat. Babandan da olsa, gülmek başkasının yapmadığı bir eylemse ötekine de bulaşmıyorsa zıddına gidiyor. Arası yok. Babam içkiliydi. Genellikle böyle akşamlarda dünyaya küfredip ağlardı. Keşke içip gülen biri olsaydı. O sövmeye başlayınca anam da ona ilenmeye başladı. Onlar birbirine sövüp sayarken odadan kaçtım. İncir ağacından atlayarak çatıya çıktım. Bulutsuz bir akşamdı. Göğe serpilmiş yıldızları görünce bildim. Gözleri aynı yıldız gibi parlamıştı. Yıldız yıldız. Parıl parıl. Yemin ediyorum çatıdan düşerken dünyanın en güzel gülüşünü yaşıyordum.
Çatıdan düştüm, sonra da bu sara hastalığı ve tik başladı bende. Bazı akşamlar çatıya çıkıp yıldızlara gülüyorum. Başkalarının eylemleri beni ağlatabilir. Ama gülmek öyle mi? Nerede ağlayacağımı söyleyebilirler. Gülmek. İşte o çok şaşırtıcı. Gülmek rüşvete gelmiyor. Gülmeme sadece ama sadece ben karar veririm.