Beykoz-Yalıköy’de, otobüs durağının biraz ilerisindeki bankta yaşlı bir adam oturuyor. Az ötesinde, elinde file kepçesiyle başka bir adam, düşünceli bir şekilde Boğaz’ın sularına bakıyor. Üstünde mavi tulumu, ceketi, başında aynı renkten kepi, ayaklarında sarı lastik çizmeleri var. Ceketinin sırt, kepinin ön kısmında “Temiz Deniz” yazıyor. Sıkıntılı görünüyor. Sigarasını yutar gibi içiyor. Onu tedirgin eden düşüncelerin elleri ve parmakları varmış da boğazını sıkıyormuş gibi hissediyor.  “Yoksa Azrail mi yokluyor” diye kendi kendine takılırken, bu tekinsiz ruh halini yine de mevsimin etkisine yoruyor. Denizin oynak aydınlığı, kaskatı bedenini sarmalıyor, kısık gözlerinden beynine zorla sızıyor. Beyninin içinde itişen düşünceler ve denizin yansıttığı arsız aydınlık onu rahatsız ediyor.

Aynı ekipten arkadaşları, az ileride gülerek, şakalaşarak, ellerindeki file kepçelerle denizdeki çöpleri topluyorlar. Çalışan arkadaşlarını bir süre izliyor. Keyifli ve umursamaz görünüyorlar. Mavi işçi elbiseleri daha mavi, ayaklarındaki sarı lastik çizmelerse daha bi parlak! Kendi çizmelerine bakıyor ve buruk bir gülümsemenin gölgesi geçiyor yüzünden; kendi çizmeleri biraz mat mı, yoksa bezginlik oturmuş gözlerine mi öyle görünüyor? Yanından geçmekte olan sırt çantalı, üniversiteli bir delikanlının müzik çalarından sızan, tanıdık bir melodi ulaşıyor kulağına. Hemen hatırlıyor. Yüzündeki hoşnutsuz ifadenin kayıp yere düştüğünü, yerine muzip bir tebessümün gelip oturduğunu fark edemiyor bile. “Sen ve arkadaşların, birer Sarı Çizmeli Mehmet Ağasınız be oğlum” diye söyleniyor. Bir anlığına gelen tebessüm, hoşluk duygusunu da peşine takıp ürkmüş bir serçe gibi uçup gidiveriyor. Eski asık suratı geri dönüyor. Ona, başkaları ve her şey fazla bugün. Kendi kendine söyleniyor: “Sarı çizmeli adam ha! İyi benzetme vallahi! Ama biliyorsun ki, aslında yoktur o. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa olunca insan, varlığı soluk, kimliği kayıptır. Adı sanı yoktur. Onlar nerede oturur bilinmez. Aileleri, kimi kimseleri de yoktur. Haykırsalar, çığlıklarını kimseler duymaz. Duyuramazlar!” Derdini kime dinletecek? Düşünüyor! Kimseyi bulamıyor. Akrabalar memlekette. Dertleşecek bir dostu yok! Sendikaları zaten yok. Elinde bir Tanrı kalmış ki, onun varlığından da kuşku duyuyor epeydir. “Bunca haksızlığa, hukuksuzluğa, adaletsizliğe, savaşa, cinayetlere ses etmediğine göre, olsa ne olur, olmasa ne olur?” Öyle düşünüyor Sarı Çizmeli Adam.

Mızmız avukat akrabasının seneler önce, halk çoğunluğu için söylediklerini hatırlayıp tekrar ediyor içinden: “Bu halk adam olmaz!” Halk deyince, kendini hep onlardan ayrı, onların dışında tuttuğunu o an fark ediyor birden. Şaşırıyor. Kendini halktan, milletten saymamıştı. Farkında olmadan yapıyordu bunu hep. Herkes de öyle yapıyordu. “Bu millet şöyle… Bu halk böyle…” diye söze başlanırdı. Vay canına diye düşünüyor! Bu basit gerçek önümde duruyormuş da, bu yaşıma kadar nasıl görmemişim? Öyle ya! Elbette bu halk adam olmazdı! Çünkü halk diye bir şey yoktu ki! Halktan biri olduğunu sandığımız kime sorsak, “Halk nedir” diye: “Şey…” diye başlar, ahlaya ıhlaya bir şeyler geveler ama farkında olmadan kendini, halkın dışında tutardı. Eee! Kimsenin halk olmadığı yerde, halk nasıl “var” olabilirdi ki?

Sahildeki banklarda oturup çekirdek çitleyen insanlardan kaç kişi, bu tür şeyleri düşünür acaba? “Manyaksın sen oğlum” diye çıkışıyor kendine. Dudakları sarkıyor. Bu garibanların keyiflendikleri şeydi çitledikleri çekirdek kabuklarını yere atmak! Gevşemek… Oturdukları bankların gerçek sahipleri kendileriymiş gibi yayılmak çekincesizce. Ufak bir esinti, bütün bu yemiş kabuklarını, yırtıp attıkları naylon poşetleri denize savuracaktı. “Onlar kirletsin, biz temizleyelim; oh ne âlâ” diye söyleniyor. Sözüm ona Boğaz havasını alıyor, güzelliklerini seyrediyorlar. Onlar, her halleriyle kendisine benziyorlar. “Ben de onlardan biriydim aslında” diye düşünüyor. Bu yüzden onlara kızma hakkını görüyor kendinde. Az önce de genç bir çifti azarlamıştı. Böyle bir şey ilk defa oluyordu… “Tuhaf” diye düşünüyor. Ama azarladığı adamın, ardından kendisine bakışındaki öfkeyi görseydi eğer, korkardı! Nihayetinde onlar da, kendisi gibi beden güçleri, el emekleri, alın terleriyle az kazanan ve binbir zorlukla kıt kanaat yaşayan kimselerdi. Ve şimdi bu farkındalık durumu, sınıf bilinci temelinde canını acıtıyor… Çok acıtıyor!

Adam, son bir nefes daha çekip yere attığı sigara izmaritini, tüm olumsuz düşünceleriyle birlikte, sarı çizmesinin topuğuyla eziyor. O ara çizmelerine takılıyor gözleri. Gülümsüyor. Doğrulup ağırlığının bir kısmını, dayandığı file kepçeye aktararak, karşı yakanın güzelliklerini seyretmeye koyuluyor. Kuşluk güneşi arkadan vuruyor, sırtını, ensesini ısıtıyor, küçük ürpertilerle, bedenini okşuyor. Kendini gevşemenin kollarına bırakıyor. Boğaz’ın Avrupa yakası, özellikle bu saatlerde muhteşem görünüyor. İçinde ılık bir huzur kıpırdadıysa da, Boğaz’dan geçen azman bir geminin sesiyle büyü bozuluveriyor.

Beyaz gemi, azametli gövdesiyle Boğaz’ın sularını yararak, Karadeniz’e doğru yol alıyor. “Şimdi o gemide olmak vardı anasını satiim” diye düşünüyor. Geçim sıkıntısı, para pul derdi yok. Gel keyfim gel! Neden bazıları daha şanslı doğar ki? Özenme ve kıskançlık duygusu, gevşemiş bedenini tekrar kasıyor. Yüzü asılıyor. İçinden çıkamadığı lanet sorular, pis duygular hep lüks arabalar, yatlar, evler, ya da az önce geçen gemi gibi zenginliği ve lüksü hatırlatan “şey” leri görünce depreşirdi. Dünya medeniyeti, paranın üzerinde yükseliyordu. Emek, en kutsal değermiş… Pöh! Emeğin değerini bu para babaları nereden bilecek ki? Annesinin bir sözünü hatırlıyor: “Zenginler, birbirlerini gözetlemekten vakit bulup fakirleri görmezler oğlum” demişti. Doğruydu.

Annesi varken evlenmeyi düşünmemişti bile. Üç cana bakacak imkânı olmadığını biliyordu. Annesi aniden ölünce, tek başına desteksiz kalakaldı. Sevgilisi yoktu. Olsa da evlenecek parası yoktu. Olanı da, cenazeydi, şuydu, buydu derken çoktan suyunu çekmişti. Ev sahibi, tek göz odalı ev için bu sene kirayı artıracağını söylüyordu. Bunları düşünürken ciğerlerinde unuttuğu nefesini denize doğru hohluyor. Sıkıntısı, gamı, kederi, nefesiyle birlikte Boğaz’ın sularına karışıp gitsin istiyor.

Arkadaşları ona ulaştıklarında, görevlerini yapmanın gönül rahatlığıyla banka çöküp hep beraber sigaralarını tüttürüp birbirlerine takılıyorlar. Yükselen kahkahalarla birlikte, adamın kara düşünceleri dağılıyor, gelecekle ilgili endişeleri kayboluyor. Biliyor ki, arkadaşlarının da, benzer sorunları, gelecekle ilgili yoğun kaygıları var. Bir arada olunca, bununla baş edebiliyorlar. Bu hay huy, şamata içerisinde arkadaş grubuna bir dalıp onlarla bütünleşiyor, bir ayrılıp yalnız, kızgın ve umutsuz kalıyor. “Paranın gözü kör olsun” diye söylenip “Hay senin kör gözünü si….m” diye sürdürüyor düşüncesini. Sözünün eylemini düşününce de bir kahkaha boşalıyor gırtlağından. Diğerleri, bu tuhaf gülüşe pek bi anlam veremiyorlar.

Gülen yanı arkadaşlarıyla, sıkıntılı diğer yanıysa kendinde kalıyor. Paranın gözü kördü işte! Kim olduğunu görmeden, hak edip etmediğini bilmeden, birilerine kul köle oluyordu kahpe para! Feleğin çarkları, olan bitene aldırmadan dönüyordu. O çarklarda kim ezilir, kim kalır, suyun başını tutanların umurunda bile değildi! “Ya ben? Ya biz, ne yapıyoruz buna karşı” diye söyleniyor, mızmızlanıyor. Arkadaşlarından adı Mehmet olanı, yüzüne bakıp “Sende bir gariplik var bu gün” diyor. “Anlat… Ne oldu?” Karşılıklı suskun, bir süre bakışıyorlar. Düşüncelerini, dertlerini arkadaşlarına anlatmalı mı? Birden çözülüyor. Konuşmaya başlıyor. Onu gülümseyerek dinliyorlar önce. O, anlatmasını sürdürüyor… Sonra, daha bir dikkatle dinlemeye başlıyorlar. Her biri, kendi derdinin benzerini görüyor onda. Birbirlerine sokuluyorlar. Sokuldukça birbirlerini anlayacaklarını, dertlerine derman bulup hafifleyeceklerini umuyorlar… Belki!

Mevsim yaz. Yaşlı adam, deniz kenarındaki bankta oturuyor yine, gazetesini okuyor. Kuşluk vakti, Boğaz’ın karşı yakası muhteşem görünür. Birden, “Sarı Çizmeli Adamlar” geliyor aklına. Onları, bir daha hiç görmediğini hatırlıyor. Halâ çalışıyorlar mı? Bilmiyor. Belki de onlar hiç yoktular. Ne de olsa “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” aşiretinden sayılırlardı! Bu sırada yaşlı adamın sol tarafında bir hareketlenme oluyor. Bakıyor ki Selami… Tezgâhını kuracak! Selami, incik boncuktan yaptığı takıları burada satar. Selamlaşıyorlar. Tezgâhını çatarken, “Biliyor musun abi” diyor Selami. “Neyi” diyor adam. “Hani ara sıra burada gördüğümüz işçiler vardı ya, denizi temizleyen” “Ee… Ne olmuş onlara” diyor merakla.  “Tutuklanmışlar! Gizli bir örgüte üye olmasalar da, düşünceleriyle destek veriyorlarmış! De Ka Pe mi, Fo To mu? Ne? Onun gibi bir örgüt işte! Öyle diyorlar…”