Tekrar yazı masasının başına geçti. Yazdığı hiçbir şeyi beğenmedi. Aradığı dokunaklı veda sözcüklerini bulamıyordu. Son kelimeleri çarpıcı olmalı, unutulmamalıydı. Buna karar vermişti. Kalktı, kaynayan suyun altını kapattı. Kahve kavanozunun dibinde kalanlar bir kaşığı bile doldurmuyordu. Oysa bol kahve severdi. Hepsini fincana boşalttı. Boş kavanozu yıkadı. Arkasında kirli hiçbir şey bırakmamalıydı. Kendi bedenini de… 

Artık zamanı gelmişti nokta koymanın. Bir asker disiplininde uyguluyordu her kararını. Hem dedesi hem de babası sayesinde bu disiplini iyi bilirdi. Tıkır tıkır işleyen bir düzen. Tasarlanmış bir yaşam. Saatin tik takları gibi. Tik tak tik tak… Onun saati, sonsuzluğu tercih eden sevgilisinin gittiğinde bozulmuştu hatta durmuştu. Devam edeceğini düşünmüştü bir süre aynı tik takların ama olmadı, olamadı. 

Kahve fincanı elinde camın önüne gitti. Koltuğa oturmadı bu kez. Ayakta, yeni doğan güneşe baktı. Isıtmayan, tebessümünü esirgeyen güneş. Kasvetli kışın ardından gelecek baharın müjdecisi olmalıydı halbuki bu güneş. İçi ürperdi. Koltuğun kenarındaki kırmızı yün şalı omuzlarına aldı. Sessizliği dinledi bir süre. Aklına; güldüğü, kahkahalar attığı, hatta gözyaşına boğulduğu, kahrolduğu hiçbir an gelmiyordu. Anıları uçup gitmişti Hiç yaşamamış mıydı yoksa? Sadece soluk alıp vermişti ottan farksız. Ağır ağır çıktığı tepeden hızla itilivermiş gibi hissediyordu. Ne olduğunu anlayamadan o düşüş anında birkaç saniyelik yaşam kesitini fark eden biri gibi. Masaya gidip orada duran fotoğrafa baktı. Hafif gülümsemesiyle onun fotoğrafı… Nerede çekildiğini, neden diğerlerinden farklılaşıp çerçeveye girmeye hak kazandığını anlamadığı, aylardır masasının bir uzantısıymış gibi duran onun fotoğrafı… O yüze artık yabancıydı. Bu eve, bu odaya, bu masaya yabancıydı. Yaşama yabancıydı. Başka bir dünyadan izleyici olarak gelmiş gibi bakıyordu insanlara. Yabancılığı yalnızlığını, yalnızlığı yabancılığını beslemişti. 

Küçük odada üzerine yığılacakmış gibi duran kitaplara anlamsızca göz gezdirdi. O kitaba bakmak istedi. Onun verdiği o tek kitaba… İşaretlediği sayfayla anlatmamış mıydı her şeyi… Sayfa numarasını hiç unutmamıştı. 145. Kalktı, yığılı yüzlerce kitabın arasından aradığını kolaylıkla buldu, yüz kırk beşinci sayfayı tekrar okudu. Kendini, o günü anımsamak için zorladı. Nedenleri, niçinleri bile değil sadece o gün yaşadıklarını… Belleği silinmiş gibiydi. Kitabı bir süre göğsünde bastırdı. Yüreğinin eskisi gibi çırpınmasını bekledi. Olmadı. Kitabı aldığı yere koydu. Masaya bıraktığı fincanı tekrar aldı. Kahvesi soğumuştu. Soğuk kahve içmeyi sevmezdi. Onun da sevmediğini biliyordu. Öyle dememiş miydi masada soğuyan kahveyi dudaklarına götürdüğünde. 

Yıllarca sonra doğru dürüst bir açıklama olmadan, veda bile etmeden masada soğuk kahve fincanını, duygularını en iyi ifade ettiğini söylediği o kitabı ve onu bırakıp gidiş… Yalnızlığı o gidişle başlamıştı. Derin bir sessizliğe gömülmüş, kendini yalnızlığa mahkûm etmiş, sessizliğiyle kendini cezalandırmıştı. Kimseye fark ettirmeden yalıtmıştı varlığını. Suyun gelgitleri gibi çekilmişti yaşamdan. Usul usul yavaş yavaş… Onu böylesine sarsan bu dünyayı terk etmesi kadar, bu düşünceyi içinde büyütmesini göremeyişi, inandığı birlikteliğin, her zorluğu birlikte aşmaya duyduğu güvenin bir cadının laneti gibi ellerinin arasından uçup gitmesiydi. Kırılgandı. Güvensizlikle beslediği kırılganlığını onarmaya gücü yoktu. Bir koza ördü yalnızlığıyla ilmek ilmek. 

Omuzundaki kırmızı yün şalı çekti, katladı. Koltuğun kenarına, aldığı yere bıraktı. Yatağın yanındaki artık boş olan ilaç kutusuna baktı. Bardağın dibinde kalan suyu içti. Fincanı ve su bardağını yıkadı. Kavanozu, fincanı ve su bardağını kurulayıp yerine yerleştirdi. Masanın üzerini topladı. Kalemi, boş kâğıdı çekmeceye kaldırdı. Çerçeveyi alıp başucuna koydu. Örtüyü kaldırmadan yatağa uzandı, gözlerini kapattı. Kozasının içinde sonsuz uykuya daldı kelebeğe dönüşemeyen bir tırtıl gibi.