Karanlık gecenin en kıyısına oturmuş ay ışığının gölgesinde bir tepede elinde kalan son umudu sesiyle yaşatmaya çalışıyordu. Sesindeki ince yankı karşı dağlardan yüzüne geri çarpıyor ama o dilediği uzak diyarlara ulaştırmak için bıkmadan usanmadan türküsünü söylüyordu. Yüreğinin derinlerinden gelip dudağından yankılanan, köyün üzerinde dolaşıp duran bu ezgi duyanı kendine bağlıyor, duydukları yerde kalıp türkünün büyüsüne kapılıyorlardı. Hatta sevdaya yakılan türkülerin marifetiyle sevdaya yeniden inanıyorlar, hasretliğe düşman oluyorlardı.
Sen bir aysın ben kara gece / Gel derim gel derim gel derim
Bu can senin sersebil ettim / Al derim al derim al derim
Sorsan bağın yaresini de / Gül derim gül derim gül derim
Şerbet diye zehir de versen bal derim
Yaşlı köylü kadınlar gözyaşlarına hâkim olamaz, yaşlı adamlarsa dolan gözlerini karanlıkta saklayacak yer ararlardı. Herkesin içinde bir yarası vardı; eksik bir kavuşması muhakkak. Yarım kalmış bir hayali, yarım kalmış bir hayatı… Dinledikleri türküde acılarla bezenmiş anıları yeniden yaşıyorlardı. Bu acılar da bir zamanlar sevdayı yüreğinde taşımış insanların yaşadığının belirtisiydi ve bu türküde yeniden canlanan acı anıları bile herkes canı kadar çok seviyordu. Bıkmadan usanmadan Seher’i dinliyor, geceleri sabırsızlıkla bekliyorlardı.
Aylar geçmiş sevdiği hâlâ dönmemişti. Şehre gidip iş bulacak bir an önce ona biçilen başlık parasını toplayacak sonra geri gelecekti. Babasından rıza almıştı, Seher’i kimseye vermeyeceklerdi. Sadece bir sene bekleyeceklerdi Hasan’ı. Seher her gece köyün sanki yolları gözlemek için oluşmuş tepesine çıkar, sevdiğine, Hasan’a türküler yakar, söylerdi. Günler geçtikçe hayalini kurduğu sevdiğiyle gelecek güzel günler üzerine siyah bir tül örtülmüşçesine kararıyor, içinde babasının Hasan’ı bekleme rızasıyla açan umut çiçeği git gide soluyordu. Seher günden güne eriyor, yüzündeki parıltı sönüyor, kalbinin acısı ruhunun bütün ışığını söndürüyordu. Yine de geceleri ruhunu ay ışığıyla aydınlatarak türküsünü söylüyordu.
Ben bozkırım sen yağmursun / Gel hadi gel hadi gel hadi
Kuru dalım bana da çiçek / Ol hadi ol hadi ol hadi
Ben ağlayım yeter ki sen gül / Gül hadi gül hadi gül hadi
Gitme sakın kal orda biraz kal derim
Mevsim değişmiş kışa dönmüştü ancak Hasan’dan birkaç ay önce gelen kuru bir telgraftan başka elinde hiçbir şey yoktu. Aylardır tek okuduğu, “Seher’im, yıldızım, ışığın hiç sönmesin, bekle beni, mutlaka geleceğim,” yazısıydı. Köylüler, “Seher kara sevdaya tutuldu. Artık iflah olmaz. Hasan gelmese de kimse Seher’i istemez, iyice delirdi gayrı,” diyorlardı. Köyde yayılan bu söylenti babasının da kulağına gitti, tabii. O gece Seher’i o tepeden indirip eve kilitleyecek, ilk isteyene de verecekti. Tepeye yanaştığında içini yakan ince sesi duydu. Duyduğu yerde donakaldı. Bir yandan kızının ağıt gibi yaktığı türküsünün ezgisine kapılmış başka diyarlara gitmiş, bir yandan da içini ezerek geçen düşünceleriyle başa çıkmaya çalışıyordu: Bu kadar taş kalpli nasıl olabilirdi, hem de kendi kızına? Törelere uyup da kızını gencecik yaşta yakıp mum gibi erimesine nasıl göz yumardı, nasıl bu kadar insafsız olabilirdi?
Kilim gibi ser beni yola / Ser beni ser beni ser beni
Garip çiğdem gibi de dağdan / Der beni der beni der beni
Bir Kerem’den, Köroğlu’ndan / Sor beni sor beni sor beni
Anlatsınlar şu dertliyi bil derim
O gece öyle soğuktu ki! Ancak, bütün köyde sevdanın hâlâ yüreklerde yaşıyor olduğunu hatırlatan Seher’in sesi, herkesin içini ısıtıyordu. Türkünün sonunda babası Seher’in yanına tepeye çıktı. Seher babasını görünce çok korktu. Panikle ayağa fırladı. Ne yapacağını şaşırmıştı. Babası, “Söylentileri duydum,” deyince “Ne söylentisi?” diyebildi zar zor. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi atıyordu. Babası üzerine geldikçe geri geri gitmeye başladı. “Ben bir şey yapmadım ki” diye üst üste sayıklıyordu. Bir yandan da, “Ne yaptım ki ben?” diye içindeki hapishanede kendini sorguya çekmeye başlamıştı bile. Bu düşünceli haline aldırmayan babası konuşmaya devam etti: “Biliyorum her gece burada onu bekliyorsun. Hasan’ı. Yapma artık, bekleme! Bak bir yıl oldu!” Seher, “Daha bir yıl dolmadı ki!” diye haykırdı. Babası üstüne geldikçe uzaklaşmak için geri giden adımları daha da hızlanıyordu. Babasının, “Burada daha fazla üşümeyelim hadi eve gidip orada konuşalım,” demesiyle Seher, “Hayır!” diye haykırarak hızla arkasına döndü ve koşmaya başladı. Babası “Seher, dur, tamam, nasıl istersen öyle olsun,” diye seslense de Seher durmuyordu. Duramazdı… Ayağı aniden bir kütüğe takıldı. Karanlıkta, kütüğün arkasındaki boşluğu görememişti. Sivri kayalıklı uçuruma kırmızı gül oyalı narin beyaz bir yazma gibi düşerken babasının canhıraş bağırışı yankılanıyordu: “Seheeer, durrr!” Babasının sesini duysa da artık parçalanmış bedeni ağlıyordu. Son sesi, uçurumdan düşerken attığı çığlıklardı. Köyün etrafını saran dağların bütün hücrelerinde yankılandı. Son türküsünün ezgisi hâlâ dağların arasında gezerken bu çığlıklar bütün yankıları sonsuza dek susturdu. Sadece ince bir çınlama kaldı.
Çınlama hâlâ devam ederken ertesi gün köyün girişinde toplanan kalabalık olan biteni henüz yoldan gelmiş Hasan’a anlatıyordu. Hasan başlık parasını nihayet biriktirmiş, köyüne dönmüştü. Sadece bir gün geç kalmıştı, BİR GÜN… Hasan da o tepeye çıktı ve sevdiğinin, Seher’inin türkülü ince sesini belki bir kez olsun duyarım diye dinledi, dinledi, dinledi… Günlerce, aylarca, yıllarca…