“Bana sesini yükseltmenin cezasını çekeceksin.”

“Eve gider gitmez sana, ses nasıl yükseltilirmiş göstereceğim.”

“Bana bağıracak kadar ne derdin varsa, tüm dertlerin son bulacak birazdan.”

“Seni sonsuz huzur ve sessizliğe kavuşturacağım az sonra, sen dur…”

Boynundaki damarı öfkeden iyice belirginleşmiş olan adam, ardı ardına bu cümleleri sıralıyordu kadının kulağına. Kadın bu fısıltıları dinlerken ürperdi. Adamın, kulağına üflediği tutkulu sözcüklerle defalarca aşkla savrulan bedeni, bu kez korkudan titriyordu. Eve varana kadar yürümeleri gereken yol yaklaşık on dakikaydı. O yolun hiç bitmemesini can-ı yürekten diliyordu kadın.

Gecenin birinde, sokak lambalarının çevresindeki sinekler, çöp konteynırlarının etrafındaki kedilerden başka hiçbir canlı yoktu dışarıda. Gökyüzündeyse ne hilal ne dolunay vardı. Yıldızlar ertesi günkü yağmurun habercisi bulutların arkasına gizlenmiş, adeta bu anlara şahitlik etmemek için kaçmışlardı. Panoramik bir fotoğrafı çekilseydi o an bu sokağın, ne yıldızlar ne ay ne de ölümüne çaresizce yürüyen kadının olduğu bu kareyi güzelleştirebilirdi.

Çöplerin arasında rızkını arayan kedi, canına kastedilir mi endişesiyle çifte doğru bakıyordu. Bir kadın ve bir erkek her zaman çift miydi? Bazen iki tek ya da yarım çift miydi? Kadın bunları bilmiyordu. Tek bildiği o kediden daha endişeli biri varsa, o da kendisiydi. Adam, sol eliyle kadının sağ elini sımsıkı tutmuştu. Hayır sevgiden mevgiden değil, parmaklarını kırmak istercesine, dışarıya kusamadığı tüm nefretiyle asılıyordu bu zarafete. Kadın elini var gücüyle çekmek istese de başaramadı. Kedi hâlâ korku dolu gözlerle iki teke bakıyordu. Adam hala kadının sağ el parmaklarını sıkıyordu.

Kadının diğer eli cebinde, telefonunun üzerindeydi. Parmaklarıyla tuş kilidini açıp, imdat çağrısı için birini arayabilir miyim diye aklının bir köşesinden geçirdi.

Adam öfke sözcüklerini yinelemeye devam ediyordu:

“Az sonra bana bağırmak ne demekmiş, sana göstereceğim.”

“Huzura ermene çok az kaldı.”

“Sonsuz sessizliğe çok az kaldı.”

Yalnız yaşayan, hasta bir annesi vardı kadının bu hayatta sadece. Onu arayabilir miydi? Hayır, kalbine inerdi kadıncağızın. 155’i tuşlayabilir miydi peki? Korkudan terlemiş baş parmağıyla, adama hissettirmeden bunu becerebilir miydi? 155’i arayınca telefona kim çıkardı acaba? Operatöre bağlanmak için beklemeli mi ya da sıfırı mı tuşlamalıydı? Bugüne kadar polisi aramaya hiç ihtiyacı olmamıştı. Bunları düşündükçe kendisini daha da çaresiz hissetti. 

Yolun bitimine üç dakika kala, kalbi ağzından çıkacak gibi, eksilen her saniyede daha yüksek desibelle atıyordu sanki. Telefona dokunan elini cebinden çıkarıp, karnının üzerinde gezdirmeye başladı. Bu kavga dövüşün arasında adama ne zaman açıklayacağını bilemediği bebeği de oracıkta onunla birlikte heyecanlanıyor muydu anlamak istercesine yaptı bu güdüsel hareketi. İlk kalp atışını dinlediği zaman, yanında adam yoktu. Bu gece hem annenin hem de bebeğin ritmi bozulan kalp atışlarında ise adamın payı çoktu.

Apartman kapısının önüne çok yaklaşmışlardı. Kadın son bir kez adamın sıktığı elini kurtararak, kaçıp kaçamayacağını düşündü. Kaçsaydı bu saatte nereye gidecekti? Hem adamdan daha hızlı koşabilecek miydi? Hayır. Yolda yardım dileneceği kimseler de yoktu. Kimselerden yardım dilenilir miydi ki? Hiçbir şeyden emin değildi. Sorularına yenileri eklenirken, kaderinden kurtulamayacağını anladı son kez. Adamın peşinden merdivenleri ağır ağır çıktı. Adam kapıyı açarken hâlâ “Sen duuur,” diyordu. Kadın artık korkmaktan bile yorgundu. Adam, ayakkabılarını çıkartırken kadın bir anda annesinin ismini tuşladı telefonundan. En azından sesleri duyar ve belki geç olmadan kendisine bir yardım yönlendirebilir diye düşündü.

Adam kadını yatak odasına doğru sürükledi. Yatağın üstüne itti. Cepteki telefon, kadının annesine ulaşmaya devam ediyordu. Adam tek eliyle kadının iki ince bileğini kavrarken, diğer elini rakibinin boynuna doğru götürdü, “Bana bağırmak neymiş, göreceksin şimdi.” diye haykırdı. Kadın gözlerini yumdu. Bildiği duaları aklına getirmeye çalıştı, olmadı. Cepteki telefon, kadının annesine ulaşmaya devam ediyordu. Adam kadının boynunu bu kez iki eliyle sıkarken, kadın gayriihtiyari o elleri gevşetmeye çalıştı. Nafileydi. Sesi çıkmıyor, parmakları milim bile oynamıyordu. Cepteki telefon, kadının annesine ulaşmaya devam ediyordu. Adam aniden; “Elimi kana bulamaya bile değmezsin, orospu seni!” diye son kez haykırıp, pisliğe söver gibi bakarak kadının üzerinden indi. Yataktan kendi yastığını alıp, odanın kapısını kilitleyerek diğer odaya gitti. Televizyonu açtı. Kanalları çevirmeye başladı. Futbol ile ilgili kısımlarda durdu. Kadının boynunda adamın mor halkalı parmak izleri yavaş yavaş belirginleşirken, cepteki telefon; “Aradığınız kişi şu anda cevap veremiyor, sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakabilirsiniz.” dedi.

Kadın ağlayamıyor, kadın konuşamıyor, nefes alamıyor, kadın beş duyusal, bilişsel, ruhsal reaksiyonların hiçbirini veremiyordu. Yaşadığına ve içindeki bebeği yaşattığına inanmıyor, daha da ötesi bunu istediğinden bile emin olamıyordu. 

Cebindeki telefonun titremesi, onu bu hissizlik diyarından çıkarmayı başardı.

“Kızım, beni aramışsın şimdi gördüm, iyisin ya?” diye sordu annesi merakla.

Bu dünyaya tutunduğu sahte yüzüyle; 

“Yanlışlıkla basmışım annecim, iyiyim, sana iyi geceler dilemek istemiştim sadece.” demekle yetindi kadın. 

“İyi geceler.” dedi anne.

Kadın başını yastığına götürdü. Üstüne aldığı nevresimi, karnına doğru çekerek sarıldı. Yüzü, adam tekrar gelir mi diye odanın kapısına dönüktü. Kadınların adamlara sırtı dönük uyumaktan imtina ettiği, nevresimlere sarılmanın huzur verdiği sıradan gecelerden biriydi o gece de.