Küçüktüm. On, on iki yaşlarında olmalıyım. Kasabaya sirk geldiğini duyduğum gün heyecandan havalara uçacaktım. Babam o günlerde Ankara’daydı. İstanbul’a tayin işinin peşine düşmüştü. Annem, iki kardeşim ve ben köyde birlikte kalıyorduk. Annem babamın bu emrivaki gidişinden şikayetçiydi. Kıştan yeni çıkmıştık ve her şeyle annem ilgilenmek zorundaydı. Bizim oralara öyle sirk felan kolay kolay gelmezdi. Yaşadığımız yer bana göre de çok sıkıcıydı o yüzden ben babamın işi bir an önce olsun da daha büyük bir şehre gidelim istiyordum. Hiç yerinde duramayan bir çocuk için köy hayatı hareketliymiş gibi düşünebilirsiniz ama her gün  aynı şeyleri yapmak hep aynı insanları görmek beni sıkıyordu. 

Bu arada o günlerde çok yaramaz olduğumu itiraf etmeliyim. Yaramazlıklarım yüzünden annemden sık sık dayak yiyiyordum. Yediğim dayağa değil de, beni eşek sudan gelinceye kadar dövdükten sonra oturup ağlayan anneme üzülürdüm.  Ödev yapmayı da pek sevmezdim ama derste öğretmenimi can kulağı ile dinlerdim. Sanırım sırf bu yüzden derslerim iyiydi. Okumayı da çok severdim. Bu sıradan köy hayatını renklendiren en önemli şeydi benim için.  Sınıfımızda küçük bir cam kitaplığımız vardı. Ben macera romanlarının yazarı Jules Verne’e hayrandım. Kitaplıkta onun birkaç romanı vardı ve ben hepsini okumuş, her romanda kahramanlarla birlikte farklı maceralara atılmıştım. Ve tabi bu okuduklarımdan esinlendiğim maceraları kendi hayatıma taşımayı da ihmal etmiyordum. Tek başıma yaptığım yaramazlıklar yetmiyormuş gibi köydeki çocukları da örgütlüyordum. Bir keresinde Macera Adası’ndaki gibi hazine peşine düşmeye karar vermiştim. Köyümüz, tepesi karlı bir dağın eteğine kuruluydu. Bu dağın yamaçlarında sanki insan eliyle yapılmış gibi duran mağaralar olurdu.  Arkadaşlarımı bu mağaraların içinde gizli bir hazinenin gizlenmiş olabileceğine inandırmıştım. Birlikte dağa tırmanmış mağaralardan birini keşfe çıkmıştık ama hava kararmaya başlayınca mağarada hazine aramak heyecan verici olmaktan çıkmıştı. Havanın erken kararmasıyla birlikte çevreden gelen hayvan sesleri,  alacakaranlığa kanat çırpan yarasaların kafamızın üstünden alçak uçuşları da eklenince olduğumuz yerden hiçbir yere kıpırdayamamıştık. Köy bizim için seferber olmuş ancak gece yarısı bizi bulabilmişlerdi. 

Kasabaya sirk geliyor, haberini alınca çılgın bir fikir daha düşmüştü aklıma. Ben de sirke katılacaktım. Okuduğum romanlardan birinde bir sirk cambazı vardı. Dünyayı dolaşıyor, maceradan maceraya atılıyor, birçok güzel kızla tanışıyordu. Tam da bana göre bir hayat olduğunu düşündüm. Bu köyde sığır dürterek hayatımı geçirecek değildim. Babamın İstanbul işi olsa bile bana göz açtırmayacaklardı. Ben macera adamı olmak istiyordum. Dünyayı gezmek, yeni insanlarla tanışmaktı niyetim. 

O yaşıma kadar hiç sirk görmemiş olsam da neye benzediğini okuduğum romandan çok iyi biliyordum. Eğer ben de sirke katılabilirsem en heyecanlı işlerden birini yapmalıydım. Ya ip cambazı ya da aslan terbiyecisi olmak istiyordum. Tabi bu planımdan annemin haberinin olmaması lazım gelirdi. Söylersem temiz bir sopa yiyeceğim kesindi. O yüzden kimseye söylemeden gizlice planımı uygulamaya karar verdim. 

Kasaba köyümüze çok uzak değildi, yürüyerek bir saat çekiyordu. Bir sabah kahvaltıdan sonra sirki keşfetmek için yola düştüm, yakından görmek istiyordum.  Ayrıca hangi gün kasabadan ayrılacaklarını öğrenmeliydim. Kasabaya vardığımda sirk ekibi tanıtım için geçit töreni yapıyordu. Ekibin başında siyah kuyruklu bir takım elbise giymiş, komik görünüşlü, kısa boylu tombul bir adam vardı. Başında büyükçe şapka olan bu adam arada sırada şapkasını çıkartıyor, yürürken izleyenleri selamlıyordu. Onun hemen ardında birinin elinde halkalar, diğerinde toplar, diğerinde ise broşürler olan olan üç palyaço vardı.  İkisi yandan yürüyor diğer yandan ellerindeki malzemelerle gösteri yapıyorlardı. Üçüncü palyaço ise hoplaya zıplaya elindeki broşürü dağıtıyordu. Kalabalığı yarıp konvoyu daha iyi görebilmek için en ön sıraya geçtim. Tam o sırada geçiş sırası dev file gelmişti. Hayatımda ilk defa bu kadar büyük bir hayvan görüyordum. Aynı kitaplardaki gibiydi. Filin üstünde benim yaşlarımda, beline kadar sarı kıvırcık saçları olan bir kız oturuyordu. Pullarla bezenmiş tülden kısa bir elbise giymişti. Bir ara filin üstünde ayağa kalktı, geriye doğru bir iki takla attı. Heyecandan nefesim kesildi. Kız gösterisini tamamlayınca fil, hortumunu havaya kaldırıp, kulakları sağır edercesine bağırdı. O sırada kız neşeyle sağa sola el sallıyordu. Bense büyülenmişçesine onları izliyordum.  Bir an kızla göz göze geldik, bana gülümsedi. İşte o an aşık olmuştum.