Benim adım Sırma. Görücü usulü evlendirilmiş güzel sayılmayan ve okuyamamış bir anne ile kendine dışarda oldukça hareketli bir sosyal hayat kurmuş çapkın bir babanın ilk çocuklarıyım. Benden sonra bir erkek, bir de kız kardeşim daha olmuş, Allah’tan onlar bana benzememişlerdi. Yani sakat değiller. Ben mi? Anlatayım kendimi; hem yedi sekiz yaşlarındaki çocuk kadar kısayım hem de hazır bir bluz ya da manto almamı engelleyecek bir yüküm var sırtımda. Zaten pantolon, etek ve bol olmasına özen gösterdiğim hırkalarımda çocuk reyonundan.

 

Çok zor bir hayatım oldu. Vücudumun yapısının bozuk olmasından kaynaklandı herhalde hastalıklar hiç yakamı bırakmadı ama ben yılmadım. İlkokuldan itibaren acıyan, iğrenen, şaşıran bakışlara, arkamdan konuşulanlara aldırmadan okuyup liseyi bitirdim. Sonrasında da iş hayatına atıldım. Galiba bir tek burada sakatlığımın faydasını gördüm. Belli sayıda işçi çalıştıran kurumlara Devlet engelli çalıştırma zorunluluğu getirmiş, o yüzden lise bittikten hemen sonra bir şirkete yerleştirildim. Santral memuru olarak çalışıyordum. Tam bana göre iş değil mi? Sadece sesiyle hem de çocukça sesiyle var olan biriyim. Evet, bazen şirketi arayan biri beni dinlediğinde; yanlışlıkla annesinin yerine geçmiş bir çocuğun ezberlediği şeyleri söylediğimi düşünüp tereddüt edebiliyor. Belki de ciğerlerim yeterince rahat olmadığından oluyordur bu ses diye düşünüyorum bazen.

 

Neyse ben bu farklılıklarımı kabul edip eve ekmek götürmenin de gururuyla huzur içinde yaşamaya alışmışken bir gün santraldeki hatlardan ikisi birden bozuldu. Gelen ve giden telefonlara yetişemez oldum. İçerdekiler bana, ben de teknik servise bağırdım. Dışardakiler de ayrı bir fasıl her açtığım telefon

 

“Hatlarınız ne kadar meşgul, yarım saattir size ulaşamıyorum.” giriş cümlesini kurmadan kimi istediğini söylemiyordu. Saçım başım dağılmış, herkese aynı şeyleri anlatmaktan bıkmış bir halde çalışırken birden o girdi içeri. En fazla bir metre elli beş santim boylarında, omuzlarına dökülen siyah saçlarının çevrelediği yuvarlak yüzüne, sanki bir ressamın yerleştirdiği bıyıklarıyla, kara çekik gözleriyle, düğme gibi burnuyla esmer yakışıklı bir adam karşımdaydı. Benim elim, ayağım daha da dolaştı. Alo, alo sesleri havada uçuşuyordu. Bakışlarım ona kilitlenmişti.

 

“Sırma Hanım hangi hatlar bozuktu acaba?” dedi. Çaycıdan başkasının ziyaret etmediği bu küçük oda birden güzelleşti onunla. Ben hayal aleminde dolaşırken, O gözlerindeki soru işaretlerine elinin hareketini de katınca cevap vermediğimi fark ettim.

 

“Sonu on dokuz ve yirmiyle biten santral numaraları bozuk.” dedim aceleyle.

“Bana müsaade edersiniz konsolu açıp bakmam gerekecek” dedi. Artık onunla neredeyse omuz omuza çalışıyorduk. Telefonlar geldiğinde o bana müsaade ediyor ben işimi yapıyorum sonrasında o işini yapıyor ve ben onu büyük bir haz alarak seyrediyorum. Ellerini, saçlarını, yüzünü, kaşlarını, dudaklarını, burnunu, kılığını, ayakkabılarını adeta mercek tutmuş gibi inceliyorum. Bazen bakışlarımız karşılaşıyor, ben yakalanmış olmanın mahcubiyetini gizlemeye çalışan bir gülümsemeyle toparlanmaya çalışırken, o da zoraki bir gülümsemeyle bana cevap verip hemen işine dönüyordu.

 

Daha önce hiç görmediğim, otuzlu yaşlarında görünen bu kısa boylu yakışıklı adam yeni başlamış olmalı diye düşünüyorum ama sormaya cesaret edemiyordum. Kahve ikram ettim. Kahvesini içerken işini ihmal etmeden, hemen hemen hiç konuşmadan yarım saat içinde sorunu çözdü ama ben sadece adını öğrenebilmiştim bu kahramanımın: Sedat. Elini sıkıp teşekkürler ederek gönderdim fakat bütün gün aklımın misafiri olarak benimle odamda kaldı. Akşam olmuştu. Belki çıkışta görürüm diye bir süre oyalandım ama göremeyince evdekilere neden geciktiğim konusunda açıklama yapmamak için her zamankinden bir sonraki otobüsle evime döndüm.

Ertesi gün Sedat’ı göreceğim düşüncesiyle her günkünden daha fazla makyaj yaptım ve sanki otobüsle değil de bulutların üstünde seyahat ediyor gibi ilk defa bu kadar istek ve heyecanla işe geldim. Onun hakkında bilgi toplamalıydım, ama nasıl? Çaycıdan başkasını görmüyordum ki bu kahrolası tecrit odasında. Parmağında yüzük yoktu ama şirkette evli olan pek çok kişide de yüzük yoktu. Hastalıklarım nedeniyle en çok temasta olduğum İnsan Kaynakları Müdürü mesela, geçen sene şirket pikniğinde görmüştüm boyu kadar çocukları, çok güzel bir karısı vardı ama takmıyordu yüzük. Benim evlenmek gibi bir amacım olamazdı, doktor söylemişti çocuk doğuramazsın diye, o yüzden onun gibi sağlıklı birini, boyu kısa da olsa, baba olma mutluluğundan mahrum edecek kadar bencil değildim en azından. Fakat ben de sevip sevilmek, üç ayda sürse, üç yılda sürse bir aşk yaşamak istiyordum şu ölümlü dünyada. Biriyle güzel bir şeyler paylaşmak, onunla gezip tozmak, onu gece gündüz düşünmek, öpmek, koklamak bunlar yeterdi bana.

 

Bütün politik bilgi toplama çabalarım boşa gitti. Yok, soramıyordum kimseye, daha doğrusu konuyu oraya getiremiyordum bile. Bir iki kez tesadüfen konu santral arızası ve çözümüne geldiğinde de kimsenin onu tanımadığını fark ettim. Günler geçiyordu ve ben onu bir daha görememiştim. Teknik servise de çat kapı gitmeyi gururuma yediremiyordum. En sonunda bir çözüm buldum. Hatlardan birinin kablosunu koparttım masanın altına sıkıştırarak. Sonra da teknik servisi aradım doğal olarak. “Tamam, beş dakikaya bakıyoruz” deyip kapattılar. Hemen oturduğum yerde makyajımı tazeledim. Heyecandan yüreğim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Sedatım gelecekti. Bu sefer çok konuşacaktım o konuşmasa bile ben hem çok konuşacak hem de bir sürü soru soracaktım. O da ne bizim Ali kapıda.

“Sırma abla hangi hat arızalı?” diye sormaz mı?  Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Neden Sedat gelmemişti acaba? Suratım asıldı ama Ali’den belki bir şeyler öğrenebilirim diye düşündüm. Bir soru sordum ve Ali anlatmaya başladı; Sedat evliydi ve çocuğunun tedavisi için İzmir’deki şubemizden gelmişti. Bir ay boyunca oğlu tedavi için karısıyla hastanede kalırken, O da Ali ve Cemil izindeyken onların yerine burada çalışıp para kazanmıştı. Böylece maaşı kesilmemiş, hastane masraflarıyla daha kolay baş edebilmişti. İnsan kaynaklarından ücretsiz izin isteyince bu çözüm bulunmuştu. Sevilen ve işini dürüstçe yapan biri olduğu için şu ana kadar kimseye yapılmayan bu uygulamayla ödüllendirilmişti. Üüüf Ali de ne çok konuşuyordu! Bense ilk ve tek sorumun dışında hiç konuşmamış donup kalmıştım. Ali işini bitirip giderken hayallerim de uçan balonlar gibi onun peşine takılıp odamı terk ediyor, bir haftalık başlamadan biten karşılıksız aşkımın ardından döktüğüm, çalan telefonların eşlik ettiği, yüreğimin ateşini, acısını hafifletmeye çalışan gözyaşlarım sessizce konsola dökülüyordu…