Gökyüzü usulca kararırken, yağmur inmeden, samanlar ıslanmadan, milisler köyü
basmadan buğdayı toparlayıp göçmenin telaşıyla son hazırlıklarını yapıyordu aile.
“Naçar köylüklük işte” diyerek söyleniyordu Anuş. “Şu ekin tarladayken yağmur
diye sızlandık. Başaklar toplanınca da, yağma yağmur, gelme yağmur… Tövbe
Allahım, sen bize bakma, herkes kendince şekil vermek ister dünyaya.”
Kocası onun sadece mırıltılarını duyuyordu, dua mı ediyor, söyleniyor mu
anlayamadı. Tahmin edebilirdi ancak. Uzun yıllar evli kalan çiftlerde olduğu üzere,
gelecek bir sonraki cümleyi ezbere bildiğinden biri diğerinin söylenmeleriyle artık
ilgilenmez olmuştu. Gelecek bir sonraki söz de davranış da bıktırıcı şekilde
aynıydı. Geçen yıl da harman kalkma zamanı, aynı sözcükler dökülmüştü dillerden.
Çoğunlukla da kendi kendine konuşmak gibi bir alışkanlık geliştirmişti karı koca.
Çıkı takı, çıkı takı, hırş hırş … Babuş elindeki ot süpürgesiyle yerdeki ekinleri
topluyor, Anuş’un eleğinde zıplayan darı tanelerinin sesine eşlik ediyordu. Tarlada
emek emek günlerce, haftalarca süren hummalı çalışmadan sonra, toplanan ekinler
düvenle dövülerek taneler saplarından koparılmış, yabanın rüzgârla dansıyla
harman savrulup, sapla saman tamamen ayrılmıştı artık.
Rüzgar ezilmiş saman kokusunu tüm ovaya taşıyarak ekinin bittiğini, yazın sonuna
gelindiğini haykırıyordu ovaya. Biraz gönenç, çokça umutla kaplı bir yorgunluğu
sırtlayıp son kez evlerine gidecekti anne, baba ve kızları. Yaklaşan savaş artık bu
toprakları ekip biçmeyi tehlikeli hale getirmiş, aile ürünü toplayıp göçe karar
vermişti. Gökyüzü şimdilik sessizce yağmur bulutlarını topluyordu, birazdan
savuracağı fırtınayla yaygarasını iyice koparacaktı.
Anuş Ana, taneleri dikkatle sayar gibi eleğinin üzerine eğilmiş, siyah yas giysileri
içindeki yere paralel cılız gövdesiyle, tarladaki ekinlere konmuş simsiyah bir
kuzgunu andırıyordu. Tek bir buğday tanesinin bile izini süren darı avcısı olarak
çeri çöpü ayırıyordu. Binlerce yıldır aynı işi yapan kız kardeşleri gibi açığa
çıkardığı benzersiz tohumu koruyup yeniden yaratacak kadim bir dişiydi o.
Dişilerin değişmez yazgısı olan tohumu özenle saklamak, tohumdan yeni canlar
üretmek, canı hayatta tutmak… Tohumdan cana, candan oğula giden kadının zihin
akışı, yüzünü kederle gölgeledi. Ülkedeki savaşan taraflardan birine katılan, elinde
tutamadığı oğlunu düşünüyordu. Sonra yine savaşla bölünen hayali sınırın öte
yanında kalan evli kızlarına kaydı aklı. “Şu elekteki başak taneleri gibi insanlar,
elek de savaşın ta kendisi” diye söylendi. “Öyle ya, savuruyor elek, çalkalıyor elek,
düşürüyor elek, ayırıyor elek…” Dört bir yana darı taneleri gibi saçılmış
çocuklarından geride tek kalan çocuğu, küçük Ayda’sına kaydı gözleri. Buğday
balyalarına sarılmış halde düvenin üstünde uyuyan kızının çilli yanaklarını okşadı
bakışlarıyla. Saman yeli kızın saçlarını havalandırdı.
Babuş Baba, elindeki çalı süpürgesiyle samanları bir köşeye topluyordu. Taneler
bir yerde, saman başka yerde. Kızının inip kalkan sırtına takıldı bakışları.
“Çocuklar başak taneleri, yaşlı ana babaları da ezilmiş, içi boş saman çöpleri gibi”
diye düşündü. Geriye dönüp “öyle değil mi” diye sordu karısına. Duymadı onu
Anuş. Gözü elekte, kulağında buğday tanelerinin sesi, aklı ise sınırın öte tarafında
dolaşıyordu. Babuş omuzlarını silkip yüksek sesle devam etti. “Daha geçen yaz,
düvenin yarısına geliyordu kızın boyu, şimdi tamamını kaplamış.” “Büyüdü ya”
dedi Anuş da kaygıyla, “büyüyünce ne olacaksa?”
Savaşın olduğu yerde çocukların büyümesini istemeyen ebeveynlerin sezgisiyle, bir
sırrı ifşa etmekten korkarak sessizleştiler. Cümle de hayaller de yarım kalıyordu
şimdilik. İkisi korkuyordu, Ayda’nın büyümesinden, oğulların vuruşup ölmesinden,
kızların tecavüze uğramasından, öte sınırda kalan evlatlarını görememekten, tarlayı
bir daha ekememekten… Konuşulmayan, dillendirilmeyen savaş korkuları.
Oysa hayat ne kadar da yalın. Ekin ekmek, büyütmek, biçmek. Her gün güneşin
doğuşu, dağılıp birleşen bulutlar, ekinin içtiği yağmur, rüzgâr, toprakları ne kadar
da güzel. Ama bu yalınlıkta yaşamalarına bile izin yok. Yaklaşan savaş yüzünden
köydeki son harmanları olacağını, ekini kaldırdıktan sonra göçmeleri gerektiğini
her ikisi de biliyor.
Köye dönüş yolunda, güvenlik gerekçesiyle Aslanlı yol denen kuzeye doğru
saptılar. Asur uygarlığından kalma aslan heykellerinden adını alan binlerce yıllık
tarihi yolda, batmakta olan güneşin boş ovayı usulca turuncuya boyadığı sırada
Ayda’dan kopan çığlık yankılandı bomboş ovada. Küçük kız kara gözlerini dehşet
içinde iri iri açarak elini uzatmış, yerdeki taş yığınının ortasında duran devasa aslan
başını işaret ediyordu. Az ötede kaidesinin üzerinde bir çift iri pençe, başsız ve
gövdesiz olarak sefilce duruyordu. “Babacığım” diye tekrar bağırdı Ayda. “Aslanı
öldürmüşler, başını, ayaklarını kesmişler.” Allah için savaştığını söyleyen radikal
grupların işiydi. Asur uygarlığından kalma Şiraz Aslanı heykelini parçalamıştı
kökten dinci teröristler.
Adam, annenin öfkeli gözleriyle karşılaşınca konuşmaktan vazgeçip sessizce içini
çekti. Günlerdir süren yetişkinlerin tedirgin sessizliği, çocuğun yanındaki ürkütücü
suskunlukları. Babasının sebepsiz gibi duran öfke nöbetleri, annesinin kendi
kendine konuşmaları, çocuğa konulan aşırı sınırlar ve büyüklerin bir çocuk için
fazla olmaya başlayan korkulu kaygıları. Fısıltılarla gelen ölüm, savaş sözcükleri.
Küçük kızın küpünü yavaş yavaş doldurmuş, yaşına ve ruhsallığına fazla gelmiş
olmalıydı. İşte o anda, küpün kapağı açıldı, Ayda’nın ruhunun biriktirdikleri
gümbürtüyle boşalmaya başladı. Çocuk kesik kesik ağlıyor, içini çekiyor, omuzları
sarsılıyordu. Annesi ona sarıldı, usulca sırtını okşayarak çocuğun içindeki kedere
yol verdi. Ayda, on dört yıllık küçücük ömründe, ilk kez, zincirinden boşanmış da
tüm varlığı bir gözyaşı seline dönmüşçesine ağlıyordu. Anası tam göbek bağının
kesildiği yerin sızladığını fark ettiğinde sarsılarak değil sessizce akan gözyaşlarıyla
evladına eşlik ediyordu.
Adam, eline bir dal parçası alıp gözyaşlarını içine akıtarak yürüdü. Kulaklarında
çocuğun çığlığı yankılanıyordu. Yere çömelip aslanın sırt bölgesini oluşturan taşı
okşarken, tüm namuslu adamlar gibi çocuğunun ve karısının ağlamasından
sorumluymuş gibi utanıyordu. “İyi değil” diye tekrarlıyordu içinden. “Savaşı erkek
erkeğe yapmalı değil mi? Heykellerle, müzelerle, çocuklarla, kadınlarla değil.”
Babuş’ların çocukluğunun yüce aslan heykeliydi bu. Babasının, dedesinin, onların
baba ve dedelerinin… Çocukluğunda devasa heykelin altında babasının elinden
tutmuş ona bakarken, kükreyerek ayaklarının altındaki yeri titrettiğini, bu
kükreyişin kendisini korkutmak bir yana ülkesinin düşmanlarını nasıl da korkutup
kaçırdığını gururla hayal ettiğini hatırladı. Yaşadıkları daha dün gibiydi. Çocuksu
bir gurur, aslanlara özgü bir cesaret, güven duygusu nereye gitmiş, topraklarını
neden terk etmişti. Yumak haldeki karısı Anuşla kızına sarılıp sessizce ağladı.
Çocukluğunun düşleri, yerle yeksan edilip, yıkılmış, ülkesi paramparça olmuş,
ayaklarının dibinde yatıyordu. “Aslanları öldürülmüş bir ülke artık yurdum” diye
düşündü Babuş. “Savaşçıları, aslana benzetilen bir ülkeden geriye kala kala moloz
yığını mı kalmış?”
Adam yerden aslan heykeline ait bir taş parçasını alarak kızının yanına gitti. Onu
karşısına alıp sevgiyle konuştu. “Al bakalım, çok şanslısın, gerçek bir Şiraz Aslanı
taşına sahip olmak bir servete değerdir. O aslında yok edilemez. Sadece biraz biçim
değiştirdi şimdilik. Onu sakla, çocuklarına anlat ve onların çocuklarına. Savaş
bitince yeniden bir aslan heykeli daha yapıldığında bu taşı tam onun yüreğine
koyarız. Hiç korkma ve Aslanı zihninde asla unutma yeter.” Çocuk taşı sımsıkı
kucakladı, babasının elinden tutarak yürüdü. Arkalarından gelen Anuşsa heybesine
başka bir parça taş daha attı. Yok edilmesine izin vermeyecekti. Taş durdukça
ülkesi, halkı, tarihi duracaktı sonsuzca. Gün batımına doğru kararlı adımlarla ağır
ağır yürüdüler.