“Dün akşam bizim evde kıyamet koptu!” dedim. 

Dün akşam “kıyamet”in tam ortasında değil, ertesi gün, sadece beş dakika sonra ne yaşayacağımızı bilemediğimiz o vakitte, nasıl olduysa bu cümle düştü aklıma ve bu bir sorunmuşcasına çözmüş bulundum kızlara olayı nasıl anlatmaya başlayacağımı. Şimdi karşımda oturuyorlar ve devam etmemi bekliyorlar. Hava soğuk değil, yine de içimde bir titreme, küçük çay bardağını iki avucumla sıkı sıkıya kavramışım, masanın ortasına bakıyorum. Karşımdaki, anaç bir endişeyle bekliyor devamını, belki tahmin ediyor. Sağ yanımdan vıcık vıcık ve içinde sevgi olduğunu inkâr edemeyeceğim bir şefkat yayılıyor masaya. En ilgisiz görünen, az sonra duyacaklarıyla benim için üzülürken kendi yaralarını da dağlamaya hazır bekliyor. Onları fazla bekletmemem gerektiğini biliyorum, yutulamayan lokmalar gibi çiğneyip ağzımda büyütmeye gerek yok, en yalın haliyle sıralıyorum dün akşamı:

“Annemle babam birbirine girdi. Yani hep kavga ederler ama dün akşamki başkaydı işte. Babam delirdi. Hiç ondan beklemeyeceğim…”

Devam edemedim. Bu saatte kimselerin olmadığı bir çay ocağında, en yakın üç arkadaşımın karşısında ağlamaktan bile çekiniyorum. Anlatmak istediklerimi anlatınca da pişman oluyorum zaten. Şu kaçak yaşayan halime hep kızarım da dün akşamdan beri çok şiddetli bir şekilde kırmak ve çıkmak istiyorum kendimden. Dün akşam miladım olsa keşke.

Sağ koluma şefkatli bir dokunuş yerleşti. Şimdi biraz bekleyebilirler işte. Konuyu anladılar, konuşmakta zorlandığımı gördüler. Yine de karşımdaki işimi kolaylaştırmak ister gibi sordu:

“Dövdü mü anneni?” 

İlk kez bakışlarımı kaldırıp gözlerinin içine baktım,

“Fena!” diyebildim yalnızca. “Ben polisi arayana kadar öldürmedi ya…” Önüne geçemedim hıçkırıkların, varsın sarsılsın gövdem, en aciz halimle görsünler beni, bıraktım artık kendimi. Sakinleştim zannedip devam ettim, yine de sesimin yükselip alçalmasını kontrol edemiyordum:

“Hastaneye gittik, darp raporu, ifadeler derken gece üçte bitti işimiz. Kaldık öyle annemle, hastanede. Eve gitmek istemiyoruz. Babam karakolda, biz hastanede, dağıldık resmen.”

Ben yine sarsılmaya başladım ama bu kez kısa süreceği belliydi, giderek azalıyor şiddeti. Solumdaki, “Baban hala karakolda mı?” diye sordu, bilmem der gibi omuz silktim ben de.

“Annemin arkadaşını aradık hastaneden, geldi bizi aldı Nesrin teyze, geceyi onda geçirdik.”

Bittiğine sevindim. Sevindiğime kızdım sonra. Dün gecenin en büyük yükü anlatmakmış gibi davranıyordum. Çarpıktı, bozuktu, kırıktı işte, yıllardır herkese ailem diye sunduğum şey. Onların teselli cümlelerini dinleyemediğimi belli ettim ister istemez, kestim birinin sözünü:

“En ağırı neydi biliyor musunuz?” dedim, der demez pişman oldum. Aklıma gelen iki ihtimal arasında gidip geldim, hangisini söylersem söyleyeyim, keşke söylemeseydim diyeceğimi biliyordum. Laf ağızdan çıkmıştı bir kere, mecburen devam ettim:

“Polisi aramam gerektiğini anladım ama cesaret edemedim. Annem bir fırsat bulup da ‘Polisi ara!’ diye bağırmasa… Belki de geç kalacaktım.”

Bu olay benim miladım olacak, birdenbire değil ama yavaş yavaş değişeceğim, kesin kararımı verdim. Şimdi kızlara en mahremimi anlatıyorum ve bugün bir şey daha yapacağım. Dün gece uykuya dalmadan önce aklıma gelen, şeytanca bulduğum, o an hayaliyle rahatladığım şeyi hayata geçireceğim. Bu kararı almak bana kendimi çok güçlü hissettirdi.

En ağırı, polislerin arasında evden çıkarılan babamın gözlerine öfkeyle değil de korkuyla bakmaktı belki de…

İki saate yakın oturduk, ne çok konuştuk, üç bardak çay içtim. “Benim işim var, gideyim artık” deyince bırakmak istemediler. İşimin ne olduğunu duymadan rahat etmeyeceklerini anladım.  “Ev felaket halde, annem bu akşam dönmek ister belki, morali bozulmasın.” dedim. Beraber toplamayı teklif ettiler, “Belki gelmiştir annem, size o halde görünmek istemez.” diyerek savuşturdum sonunda. 

Her zamankinden daha uzun gelen otobüs yolculuğunun sonunda eve vardım. Evi ne halde bulacağımı bilmiyordum, hafızamı ne kadar yoklasam da akşam nasıl bıraktığımızı hatırlayamıyordum. Tek başıma altından kalkabileceğime emin değildim ama kimseyi olay yerine sokmayı da istemiyordum. 

Yedi numaralı dairenin önünde durdum, zile bastım. Kapı yavaşça aralandı. Önce delikten baktığına emin olduğum bir kadın, sadece yüzünün yarısını göreceğim bir açıda durarak, ne istediğimi sorar gibi baktı. Sakin bir sesle:

“Viledanızı ödünç alabilir miyim, bizimki kırıldı da…” dedim. 

Bir şey demeden içeri girdi, kapıyı aralık bıraktı. Sakince bekledim. Ne de güzel olacaktı delirmek. Az sonra elinde bir sopa ve kova ile döndü. Sopayı alıp

“Sadece bu lazım” diyerek teşekkür ettim. 

“Dün akşam olanları duymuşsunuzdur herhalde” dedim, sorar gibi… 

Ne diyeceğini bilemediği belliydi. 

“Sesler duyduk.” dedi. 

“Babam annemi öldürecekti az daha, onun sesidir.” dedim. Ses tonumun değişmeye başlamasından rahatsız olmuştu kadın. Fazla uzatmadan kaldırdım elimdeki sopayı, 

“Seslerden rahatsız olunca bununla mı vurdunuz tavana?” diye bağırdım. Alelacele kapattı kapıyı, ona vuracağımı sandı belki de. Nasılsa duyacağını bilerek bağırdım: 

“Bir daha, komşunuzun evinden sesler duyarsanız, önce sorun bakalım, iyiler miymiş?” 

Sopayı fırlatıp attım kapının önüne. Mümkün olsaydı da dizimde kırabilseydim önce. Olsun, yine de daha güçlü hissediyordum.