“Bir tür bireyciliktir bencillik.”
Adam, ileri yaşına rağmen gece gündüz okuyordu. Okumaya sabah erken saatlerde başlıyor, gündüz sahildeki plajda devam ediyordu. Gece de geç saatlere kadar okuyor, kitapların ve dergilerin üzerinde sızıyordu. Son zamanlarda Rus ve Fransız klasiklerine sarmıştı. Çağdaş Amerikan yazarları da ilgi odağındaydı. Bu yüzden emekli maaşının büyük bir bölümünü kitap ve dergilere ayırıyordu. İki gözlü yazlık evinin her yanı kitap ve dergilerle doluydu. Kitapların birini bitirmeden diğerine saldırıyordu. Kitap ve dergiler evin her tarafına saçılmıştı. Masalarda, koltuklarda, yattığı odanın komodinleri üzerinde okunan, okunmayan, açık ya da kapalı durumda onlarca kitap ve dergi evin her tarafını yabani otlar gibi istila etmişti.
Karısı dayanamayarak evi terk etmişti. Müşterek yazlık evleri onun için bir işkence evine dönüşmüştü. Her ikisi de birbirlerinin yakalarını bırakmıştı. Zorunlu olmadıkça bir arada olmamaya çalışıyorlardı.
Adam son zamanlarda Stendhal’i elinden düşürmez olmuştu. Yazarın elli dokuz yıllık yaşamında hiçbir yere kesinlikle yerleşmeden, hiçbir kadına uzun boylu bağlanmadan, toplumun koyduğu kuralların hiçbirine boyun eğmeden oradan oraya dolaşması, düşüncesini açık açık söylemesi, süs ve abartılardan kaçınarak yalın olması ve kendisi gibi çok kitap satın alması adamın ilgi odağını oluşturuyordu. Yazarla kendi yaşantısı arasında paralellik kuruyor, yazarın ilginç kişiliği yaşamında ona yeni ufuklar açıyordu. Bu durum okuduğu, ya da okuyacağı kitapları da belirliyordu. Örneğin, Victor Hugo’yu bu yüzden eline almaz olmuştu. Hugo’nun, Stendhal’in “Kızıl ve Karası için söylediklerine içerlemiş, Balzac’ı yeğler olmuştu. Balzac, Stendhal’i “bu çağın en ilginç kişilerinden biri” olarak tanımlıyordu. Adam sanki Stendhal’in büyüsüne kapılmıştı. Stendhal’in; eserlerini gülünç ve tiksindirici bulduğu Chateaubrian’na, kaba ve abartılı bulduğu Dumas’ya, mübalağalı bulduğu Moliére’e kayıtsız kalıyor, beylik görüşleri süsleyip abartan Byron ve Mme de Staél’ün eserlerinden uzak durmaya çalışıyordu. Stendhal olduğu gibiydi. Süsten ve abartıdan tiksiniyordu. Stendhal’in, özgürlük hakkındaki düşünceleri ona ufuk açıyor, yazlık evdeki yalnız yaşamına sanki bir anlam katıyordu. Yazarın “İnsanlık Güldürüsü” adlı eseri ise onu çok etkilemişti. Bu yazar ne dört duvar arasına kapanarak ne de plajda kumlar üzerine serilerek okunmalıydı. O bulutların üzerinde okunacak bir yazardı.
Adam sabah yine erkenden kalktı. Kahvaltısını sabah gazetelerine göz atarak yaptı. Sonrasında Fransız Edebiyatı etüdüne koyuldu. Kuşluk vaktinde bir dergide Rus edebiyatı ile ilgili bir makaleyi okurken gözleri ağırlaştı, içi geçip başı düşmüştü ki, acı bir telefon sesiyle irkildi. Karısı arıyordu. Uzun zamandır görüşmüyorlardı, önemli olmalıydı. Karısı telefonda hıçkırarak ağlıyordu, annesini kaybetmişti. Bu haber, adamın yalnız ve sakin dünyasına bir bomba gibi düştü. Ona bir an yalnız olmadığı duygusunu yaşattı. Ancak onu dünyasından kopardığı için de hayıflandı. Şimdi, durup dururken nereden çıkmıştı bu ölüm?
“Gitmem gerek. Ele güne ne dersin? Hele ona hiç anlatamazsın. Eline büyük bir fırsat vermiş olursun, ömrü billâh kullanır bunu. Onu bırak kendin için gitmelisin. Kendim için mi? Keşke öyle olsaydı. Hiç muhabbetimiz olmadı ki ne o beni sevdi ne de ben onu sevebildim ömrümce. Ama son vazifen bu. Vazife mi? Neden vazife olsun? Evet, ama yerden çıkma mantar değilsin. Etrafındaki insanlara karşı sorumlulukların olmalı. Sonrasında ne derler? Zaten hep bu ‘ne derler’ yüzünden değil mi çektiklerim? Ne derlerse derler, yaşam onların mı benim mi? Tabii ki senin, ama beceremedin gitti. Becerebileceğimi de zannetmiyorum. İşte eser meydanda; hep böyle oldun ömrünce, gelgitlerde sürtüp durdun. Gitmezsem ne derim ona? Hâlâ insanların ne diyeceğini düşünüyorsun. Kendin buna ne diyorsun? Kalbin kafan nerede senin? Kalbim de kafam da istemiyor aslında. Ama mecburum. Neden böyleyim? Bu bir esaret değil mi? Hayır, bu bir esaret değildir. Etrafındakilerle vardır insan. Kendini soyutlayamayacağı haller vardır insan yaşamında. İstesen de istemesen de yapmak durumunda olursun. Bu hallerden biri de bu, son vazifen. Onu bir daha hiç görmeyeceksin. Oğlu olmadığı için büyük damat olarak kabrine benim koymam gerekiyormuş; bunu da nereden çıkarırlar, onca insan dururken. Üç kızından başka kimsesi yokmuş. Diğer kızları yurt dışındaymış; biri Amerika’da, diğeri Avustralya’da yaşıyorlarmış, onlar gelene kadar ölüsü kokarmış. Kaldı ki damatların işleri bırakmıyormuş. Ben de yakın sayılmam ki, benim de kendime göre işlerim var.”
Adamın dünyası kararmıştı. Ölüm melekleri sanki kendi başının üstünde uçuşuyordu. Bir an Stendhal geçti aklından. Acaba o bu durumda ne yapardı? Kafası daha da karıştı. Mey’us kaderini bekleyen kurbanlar gibi hissetti kendini. Sonrasında; uçakla gidemem fobim var, arabamla gidemem arabanın muayenesi ve bakımı yok, en doğrusu otobüsle gitmem olacak. Akşam binersem sabah orada olurum. Öğle namazına da rahatlıkla yetişirim diyerek kendini toparlamaya çalıştı.
Otobüs gecenin içinde hızla ilerliyordu. Gökyüzünde son dördün halinde silik bir ay vardı. Kendisi de bir sona gidiyordu. Bir an sonu ve kabri düşündü. Ürperdi. Engel olamadığı bir hiçlik duygusu tüm benliğini sardı, sanki gecenin tüm karanlığı içine akıyordu. Etrafımızdaki dünya zahiriydi. Her şey boş ve anlamsızdı. Acaba gerçek bu muydu? Aslında gerçeğin gerçek olmadığı gerçekti. Uzun bir müddet sonu olmayan bu düşüncelerle boğuştu. Sonrasında korkunç bir darbeyle kafası bir külçe gibi omuzlarına düştü. Şimdi plajın beyaz kumları üzerinde güneşi kovalıyordu. Elindeki kitap ve dergiler etrafa saçılmış rüzgârda uçuşuyorlardı.