Söylesene insan böyle bir şeye nasıl alışabilir?..

Bu meslekte otuz yılımı doldurdum. Sen de öyle değil mi? Aramızda bir dönem mi var? Ekrem Hoca’yı hatırlarsın. Hep ne derdi bize: “İşinizi en iyi şekilde yapmak istiyorsanız duygularınızı unutacaksınız!” Ben sözünü dinledim hatta hayat felsefem yaptım ya da düne kadar öyle yaptığımı sanıyordum.

Geçen yıl yine aylardan Temmuz ama İstanbul’da ne yağmur yağmıştı, hatırlar mısın? Gök delinmişti sanki. Bizim hastaneye bile kaç tane yıldırım çarpması sonucu ölümcül yaralanma vâkâsı gelmişti. Bir zamanlar yağmur yağsın diye dualara çıkan İstanbullular artık dursun diye dualara başlamıştı. Aksi gibi benim de programım o ay öyle yoğundu ki nereye, hangi işe yetişeceğimi şaşırıyordum. Hastanede yönetim kurulu üyeliğini zorla dayattıkları günlere denk gelir. Bir yandan fakültenin derslerine giriyorum, bir yandan ameliyatlara yetişmeye çalışıyorum, başımı kaşıyacak zamanım yok. Öyle bir ortamdayım işte. Bir sabah, bak tarihi de çok iyi hatırlıyorum 5 Temmuz. Evet, unutmam mümkün değil ertesi gün evlilik yıldönümümüz çünkü. Yok ya, gülme Nermin veto etmişti beni, bir kez daha unutursam o da beni unutacaktı. O gün yolda kaldım. Bak kaç yıldır araba kullanırım arabamın lastiği hiç patlamamıştır, o güne denk gelmesin mi? Üstelik bir değil arkadaş, arabamın iki lastiği birden patlamıştı. Düşün! Etiler’in göbeğinde, yağmurla iyice keşmekeşe dönmüş sabah trafiğinin ortasındayım. Hayatımda bir kere bile araba lastiği değiştirmişliğim yok. İşin kötüsü saat 11.00’de Koşuyolu’nda büyük bir ameliyata gireceğim. Aylardır hazırlığı yapılan ertelenemeyecek bir vâkâ beni bekliyor. Hayat trajik olduğu kadar bir o kadar da komik. Babamın taksi şoförü olduğunu biliyor muydun? Bizi direksiyon sallayarak okuttu. Ama işine hiç bulaştırmadı. Aklımız karışır okumaktan vazgeçeriz, diye düşünürdü. Keşke lastik değiştirmeyi öğretseydin baba, diye rahmetliye söyleniyorum. İstediğin kadar oku, profesör ol ama patlak bir lastik seni bütün işlerinden alıkoyuyor ve altına çektiğin milyonluk arabaya alık alık bakmaktan başka hiçbir şey yapamıyorsun. Tabii ki servisi çağırdım ama adamlar trafik yüzünden gelemiyorlar. Taksi desen ne gezer? İstanbul burası, sabah trafiğinde taksiler karaborsaya düşer. Hele böyle zamanlarda. Ama işte rahmetli babam hep derdi: “Kul sıkışınca hızır yetişirmiş” ya da tam tersi. Neyse işte, tam önümde bir taksi durdu. İçi Ortadoğulu turistlerle doluydu. Kır sakallı benim yaşlarda taksici benden taraf camı indirdi: “Abi geçmiş olsun,” dedi. Nereye gideceğimi sordu; gideceğim yeri söyledim. “Anons geçeyim buralarda müsait arkadaş varsa gelsin. Kimse yoksa ben bunları Akmerkez’e bırakıyorum, döner gelirim, buradaysan alırım seni abi,” dedi. “Bu arada boş taksi geçerse de atla beni düşünme.” Sanki o anda kimseyi düşünecek halim varmış gibi. Ama inan şaşkındım. İçimde o kapkara ve ıpıslak havaya rağmen sıcacık bir his oluştu. Yıllardır unuttuğum bir şey. Sanırım, o iğrenç sabahtan hiç böyle dost canlısı bir sürpriz beklemiyordum. Hatta sadece o sabahtan değil hayattan böyle bir şey beklemiyordum. Önümden çok taksi geçti elbet ama hepsi doluydu, binemedim. Gecikmişti; başka bir müşteri bulup gittiğini düşündüm, herkesin yapacağı gibi muhtemelen beni unutmuş kendi işine bakmıştı. Ben de salaklığıma küfrettim, koskoca adam kısacık bir an çocuk gibi mutlu olduğum için kendime kızdım. Sonra önümde bir taksi durdu. Valla söz verdiği gibi gelmişti; beni aldı, bilmediğim aralardan derelerden geçirerek tam saatinde ameliyatıma yetiştirdi. Yol boyunca laf lafı açtı, oradan buradan konuştuk. Sanırım bir taksicinin oğlu olmam ortak kader içinde bizi birleştiriyor, daha da yakınlaştırıyordu. Hoş sohbetti, çok neşeli bir tipti ama bir derdi vardı. Durmadan yüzünü ekşitiyor, ara ara midesini ovalıyordu. Hatta arada bir ağrı kesici içtiği de gözümden kaçmadı. Mesleki deformasyon; hemen birkaç teşhis koymuştum bile. Ama yine de şikayetlerini kendi ağzından dinledim, belki benim de bu güzel adama bir faydam dokunur diye düşünüyordum. “Önemli değil ya Doktor Bey. Ben de hep olur bu ağrı. Bizim hanım Arnavut. Mutfakta pek beceriklidir fazla kaçırınca işte. Bir de stres. Nasıl olmasın ki? Bak trafiğe. Her gün böyleyiz işte.” Haklıydı zordu bu şehir. Hasta olmayanı bile hasta ederdi ama gözlerinin altındaki morluklar, karnının şişliği, üstelik nefesinden yayılan koku dikkatimi çekmişti. İnerken kartımı verdim: “Ara sekreterden randevu al, gel bir muayene edeyim,” dedim. Bir hafta sonra geldi, muayene ettim, tüm tetkiklerini en ince detayına kadar bizim hastanede tek kuruş ödetmeden yaptırdım.  Sonuçlar daha elime ulaşmadan hastalığını biliyordum. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş derler ya, yalanmış. Dördüncü evredeydi. İşte o an, hocamın da söylediklerinin de canı cehenneme, dedim. Çok kısa süre sonra ölecek birine üstelik böyle adam gibi bir adama gel de üzülme kardeşim. Sonuçları konuşmak için çağırdığım saatte geldi. Geçti karşıma oturdu. Bu konuşmayı kim bilir kaç hastamla yapmıştım ama şimdi nedense her şey bir başkaydı. Tanıştığımız sabah içime yerleşen sıcaklık aynı yerden sızlıyordu. Düşünüyorum ama emin olamıyorum, direksiyon başında bizim için ömrünü tüketen babamın hatırası mıydı bizi böylesine yakınlaştıran yoksa sayesinde geri kazandığım insanlığa olan inancım mıydı? 

Hekimlikte hastadan sır saklanmaz. Gözlerinin içine baktım: “Üzgünüm” dedim. En fazla iki yıl diyordu elimdeki veriler. O da düşündüğüm zorlu tedavilerin olumlu sonuçlar vermesini ümit ederek. Ben konuşurken hiç kıpırdamadı. Sanki zaman durmuştu. Söylediklerimi sindirmeye çalıştığını düşündüm. Hastalar sonrasında farklı farklı tepkiler verseler de, hep böyle olur ilk anda. Donup kalırlar. Kendi kendilerine sormaya başlarlar: “Neden ben?” diye. Sonra bunu sesli dile getirirler. Çoğu zaman bakışlarını kaçırırlar benden sanki hastalığın onları bulmasının suçlusu kendileriymiş gibi. Ya da beni taşa çevirecek bir bakış atarlar onları bu dünyadan edecek Azrailleriymişim gibi. Bunların hiçbirini yapmadı. “Ha iyi ya doktor daha varmış,” dedi. Mutluydu ardından da: “Peki, ben yarın işe dönebilir miyim?” dedi. “Deli misin?” dedim. Ne söylediğimi iyice anlayıp anlamadığını sordum. Eliyle susturdu beni. Sanki ölecek olan ve kalan sayılı günlerinin telaşına düşen bendim. Rolleri değişmiş gibiydik, sakin ve vâkur konuştu: “Doktor ölüm allahın emri de benim üç aya kızım evleniyor. Ona söz verdiğim çeyizi düzmeden bu dünyadan gidemem.” 

İşte böyle. Ha evet, geçen hafta evlendi kızı. Düğün çok güzeldi.