On yıl olmuştu. Doğup büyüdüğüm, bu küçük evde yaşamıyor oluşumun üzerinden, tam on yıl geçmişti. Şimdiyse, elimde tuttuğum A3 büyüklüğünde bir kağıtla, panoramik olarak geçmişime bakmaktaydım. Birazdan ya bu kağıt beni yutacaktı ya da ben geçmişimi.

Kapı melodik şekilde tıklandı. Gelmesini beklediğim kişi ablamdı. Annemin vefatından sonra ikimize miras kalan bu evi satmaya karar vermiştik. Kapıyı açtım. Ablamla kucaklaşırken, kapıyı çalış şekli, bir anda beni uzun yıllar öncesinin bir anısına götürdü. Halamlar, amcamlar ve babaannemle paylaştığımız bu dört katlı binada, herkesin kapı çalışının kendine özgü nağmeleri vardı çünkü. Amcam; orta ve işaret parmağını hızlıca hareket ettirerek kapıya vururdu. Babaannem; elindeki anahtardan güç alarak, hem demirin sesi hem de elinin ağırlığını birleştirip amcama nazaran daha hızlı indirirdi ardışık darbelerini. Halamsa, işaret parmağının kamburuyla, klasik yöntemi tercih ederdi. O yaz akşamında gelen bu sesde, kendisine aitti. Halam, babaannemin sağlık durumunun iyice ağırlaştığını söylemişti. Babam ve annem, haberi duyar duymaz, aşağıya koşmuştu. Bizse -halamın kızı, amcamın kızları ve ablam- amcamın dairesinde toplanmış, onlu yaşların verdiği tecrübesizlikle aşağıda olan biteni tahmin etmeye çalışarak, televizyona bakıyorduk. Birkaç saat sonra, annem ve yengem yanımıza gelerek babaannemin vefat ettiğini ve bizim için yarının uzun bir gün olacağını söylemişti. Bu bizim ölümle ilk tanışmamız olacaktı. 

Ertesi gün annemlerin de dediği gibi-21 Haziran olmamasına rağmen- hayatlarımızın en uzun günlerinden biri oldu. Cenaze için camiye gittiğimizde, ev sahibi olarak, düğünlerde insanın başına gelen, herkesle selamlaşma ritüelinden daha can sıkıcı olan tek ev sahipliğinin buradaki olduğunu fark ettim. Gözyaşının tülbendine süzülmesine bile izin vermeyen; tanıdığın, tanımadığın, görev icabı geldiği belli olan, teselli edeceğim derken saçmalayan bir sürü insanla öpüşmek zorunda kalırdınız. O gün ilk olarak gasilhanede yaşlı akrabaların, “Su dök babaannene, çok sevaptır.” ısrarlarıyla mücadele edememiş, babaannemin ölü bedeniyle yüzleşmiştim. Birkaç ay onun, bu cansız halini rüyalarımda göreceğimden habersiz bir şekilde o gün sürekli ağlıyordum. Hayatım boyunca bir bilinmezliğe gözyaşı döktüğüm ilk gündü bu. 

“Sen seversin diye, çarşıdaki fırından kurabiye aldım, tatlı tuzlu karışık.” diye elindeki bir paket kurabiyeyi gösteren ablam, bana kıyasla daha neşeli görünüyordu.

 “Tabii severim ya, özlemiştim ben de.” dedim, ölüm ve cami anılarımdan sıyrılmaya çalışarak. Elinden aldığım paketi açtım. 

“Aslında döner alacaktım ama çok sıra vardı.” 

“Olsun, onu da başka gün yeriz.”

Yolda zor yürüyen babaannemin, emekli maaşını alması için, koluna girerek destek olmamız gereken yıllardı. Kendisinin, teşekkür niteliğinde, maaşını çeker çekmez bize ısmarladığı lezzet, işte bu dönerdi. Ergenlik dönemi anormalliğimden dolayı, yol boyu okul arkadaşlarımın beni babaannemin kolunda görme ihtimali üzerine duyduğum belli belirsiz utanç, bu dönere kavuştuğum an uçup giderdi. 

İçi bomboş olan evde, elimde kurabiye ile volta atmaya başladım. Burası net elli metrekare ya var ya yoktu. İçi eşya ile dolu olduğu çocukluk yıllarımızda, kapıdan girer girmez sekiz kişilik yemek masasıyla burun buruna gelirdik. Dört kişilik bir aileye sekiz kişilik yemek masası, tüm matematik bilgilerini altüst etmek için değil, tabii ki gelecek olan misafirler için var olan bir mobilyaydı. Bu masada sayısız neşeli pazar kahvaltısı edilmiş, bir o kadar da eğlenceli akşam yemekleri yenmişti. Babam haftanın altı günü çalışan bir zanaatkâr olduğu için, ailece kahvaltı edebildiğimiz tek gün pazar günüydü. Bu yüzden fazla özen gösterilirdi. Annem de o gün, sofra sanatının tüm inceliklerini bize sunmaktan geri kalmayarak bu şölene destek olurdu. Beyaz peynirin tadından oldum olası nefret ederdim. Bu yüzden her kahvaltımızda babamın, “Ben bugün, bu kıza, bu peyniri yedireceğim.” iddialaşması başlardı. Hasta Beşiktaş taraftarı olan bu adamın sağ olduğu dönemde “İddaa” diye bir belanın hayatımıza girmemiş olması konusunda şanslıydık belki de. İddialaşmayı hayat felsefesi haline getirmiş bir kişi, beyaz peynir için bu ısrarları sürdürüyorsa, canı kadar sevdiği Beşiktaş için neler yapmazdı ki. 

Bu pencerede yaşadığım heyecanlar bir bir aklıma düşmeye başladı. Bizim karşı cinse başka gözle bakmaya başladığımız ergenlik yıllarımızda, mahallemiz ufak ufak öğrenci bölgesi haline gelmeye başladı. Karşı dairede yaşayan üç erkek üniversite öğrencisini ablam, ben ve amcamın küçük kızı çoktan aramızda pay etmiştik. Tabii ki en yakışıklısı benim, en sempatiği kuzenimin ve en sofistike görüneni de -gelecekte felsefe grubu öğretmenliğiyle geçimini sağlayacak olan- ablamındı. Amcamın büyük kızı ve halamın kızı bu mal paylaşımında devre dışıydı çünkü; biz üçümüzün arasında birer yaş varken, halamın kızı bizden altı yaş küçük ve amcamın kızı da bizden altı yaş büyüktü. Dolayısıyla, bu apartmanın beş kızının en sağlam alt kümesi, biz üçümüzdük. Karşı dairedeki erkek öğrenci grubuyla, yaz günleri camdan cama bakışır, gözlerimizle birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışırdık. Evde dinlediğimiz şarkılardan mesaj dolu olduğuna inandıklarımızın sesini açarak cama çıkar ve gözlerimizi kırpmadan onların evine bakardık. Birisi cama çıkarsa çağrımıza cevap vermiş olurdu. Bizde; bir gülümseyerek, bir kafamızı nazla başka yöne çevirerek bu küçük flört oyununu sürdürürdük. Daha sonra onlar aynı şekilde şarkı çaldığında heyecana kapılır, fakat evdeki büyüklerimize çaktırmadan cama nasıl çıkacağımızı bir türlü bilemezdik. Bazı günler içeridekiler görmesin diye; yeşilçam filminde kaçırılan Emel Sayın’ın halıya sarılma sahnesi gibi, kendimizi perdeye sarmalar, kamufle olduğumuzu zannederdik. 

Canlanan anıların sarsıcılığıyla bir müddet suskunluktan sonra sessizliği ilk bozan bendim:

“Sen de çok özlüyor musun abla eski günlerimizi? Ölümle küçücük yaşlarımızda akraba olduk. Bu apartmandaki dört aileden, bu soyadından, geriye bi elin parmakları kadar insan kalmadı. Nihan’ı bile yirmi dokuz yaşında toprağa verdik. Şimdi de annem… Hiç isyan etmiyor musun olan bitene? Bu mahalledeki zamana yenilen yerler gibi, bizim ailemiz de yaşama yenilmedi mi sence de? Büyümek, bir şeyleri kaybetmek miydi? İnsanları, mekanları, tarihimizi, güzel günlerimizi avucumuzun içinden salmak mıydı büyümek? Sen felsefe insanısın, bir şey söyle, içime su serp!”

“Özlemez miyim? Benim de yüreğim sızlamıyor mu sanıyorsun? Ama cevabını kendin verdin bile. Büyümek bu. Bizden bağımsız dönen olaylara, adapte olma çabası bizim yaşama sınavımız. Geçmiş güzelliklere sıkıca sarılıp, belleklerimizde canlı tuttuğumuz müddetçe, anılarımızın sıcağı yüreğimizi ısıtacak. Ben öyle yapıyorum. Sen de dene lütfen.” dedi ve ekledi:

“Hadi as artık şu ilanı da, ufak ufak dönelim evlerimize, geç oldu. Camları da kapat ki, içeriye bir şey girmesin.”

  Pencereleri kapattım, pencerelerin ardında kalan anılarımı da abla tavsiyesine uyarak, tozlarını alıp hafiflettiğim gibi, yüreğimin derinliklerine aynı özenle bıraktım.  Zaman geçse de, anılarım taptaze ve yüreğim sıcacıktı. Hatıralarıma toz değemezdi artık. Kıvrılmış A3 kağıdını aldım. Düzleştirip, camı ortalayarak yapıştırabilmek için ablamdan yardım istedim. Birbirimize gülümseyerek astık: “1+1 Daire – Satılık”