Asma altında güneşin yakıcılığından kendini korumaya çalışan okeycilerin
şaklattıkları taş sesleri ezan sesine karışırken, Ali caminin yolunu tutmuştu.
“Tövbe, tövbe” diye başını iki yana salladı, “öğle okundu, duymadınız mı?”
diye seslendi kahvedekilere.
Okey masasındakiler ve etraflarındaki oyuna katılmayıp ellerini ikide bir taşlara
uzatan yancılar umursamadan baktılar. Taşa dönecekler bir gün diye geçti
içinden Ali’nin. Elindeki mendille yüzünü, ensesini sildi. Rabbim yine
kavurdun bizi, herifler orada keyif sürüyor, biz burada… Bu adamlar insanı
yoldan çıkarır tam da namaz öncesi… Kafasından geçen düşünceleri kovmaya
çalıştı. Caminin içi serindi ama tadilat devam ettiğinden avluda sıcağın alnında
kılıyorlardı namazı. Cemaate selam verdi, selam aldı. Ne bitmez tadilatmış,
anlamadım ki köy camisinde iki yıl mı sürer bu işler? Hep şu Bekir Ağa’nın
işleri, döktü çimentoyu, getirdi kalası, baktı iş güzel, sulandırdı çimentoyu,
kırdırdı kalasları. Eh! Cemaatten ses çıkmayınca garibim imam n’apsın? Bugün
de başıma güneş mi geçti nedir, neler geçiyor aklımdan? Şeytan mı dürttü ne!
Birbirine karışan ter, ayak kokularıyla namaz kıldıktan sonra hararetini bastırsın
diye bir bardak çay içmeye kahveye uğradı.
“Ne o Ali Çiçek tarlanın kapısına kilit mi vurdun?”
“Senin hasat ne zaman? Taşlar boy atmadı mı hâlâ?”
“Ali ya, son yılların turist rekoru sendeymiş.”
Ali her seferinde sinirlenmeyeceğini kendi kendine söylese de yine
dayanamadı.
“İşini gücünüz mü yok sizin? Devlet memuruna hakaretten bu sefer içeri
attıracağım sizi, görürsünüz.”
Sinirle kalktı, söylene söylene kahvenin karşısına denk düşen “Açık Hava
Heykel Müzesi” okunun yanından kıvrıldı, bekçi kulübesine gitti. Gişe görevi
gören küçük pencereyi kaldırdı. Küçük masasının çekmecesini açtı. Şimdiye
kadar hiç kullanamadığı bilet koçanını kontrol etti. Şehrin önemli yerlerini
gösteren iki kartpostalı camın kenarına sıkıştırdı. Kartlar düşünce uçlarını
düzeltip bir daha sıkıştırdı. Birkaç adım geri çekilip duruşlarına baktı. Biraz eğri
durduklarını fark edip tekrar düzeltti. En büyük uğraşı buydu Ali Çiçek’in. O
kartpostalların kenarları artık parçalanmış olmasına rağmen bir yere giderken
onları çıkartır, çekmecesine koyar, geldiğinde tekrar asardı. Kulübenin dışına
çıkıp bir de oradan baktı, her şey tamamdı. Kapının önüne sandalyesini atıp
beklemeye başladı. Bir saat sonra tarlada bir tur atması gerekiyordu. Talimatlar
böyleydi. Sabah, öğlen, akşam bir saat dolaşılacak, heykel tarlasında hayvan
barındırılmayacak, tuvalet olarak kullanmaya kalkanlara izin verilmeyecek,
taşları yerlerinden söküp evlerinde duvar olarak kullanmaya kalkanlar içinse
zabıt tutulup belediyeye haber verilecek. Heykel tarlasının etrafında ne çit vardı
ne de duvar. Bir tepenin üzerinde bazıları yan yatmış, bazıları hâlâ dik duran,
çoğu kırılmış taş heykel yüzleri öylece yayılmıştı. Köyün neredeyse tüm
evlerinin bahçelerinde, inşaatında kullanılmış olmasın rağmen sayıları hiç de az
değildi. Beş yıl önce yöreden çıkmış bir milletvekilinin yolu nasılsa buraya
düşmüş, heykellerin açık hava müzesi olarak turizme açılmasını sağlamıştı.
Muhtarın amcaoğlu Ali’de memur statüsünde bekçi olarak atanmış, bir de aylık
bağlanmıştı. Ali bekçiliği ciddiye alırdı. Bazılarının dudakları kopmuş,
bazılarının yüzü neredeyse dümdüz olmuş, bazılarının kafalarının yarısı kırılmış
değişik yüzlerden oluşan taşları beklemek için para verdiklerine göre onun
anlamadığı önemleri olmalıydı. Heykellerin yamuk yumuk suratlarını birilerine
benzetir kimseye söylemese de onların canlanabileceklerini düşünürdü. Çok
eski zamanlarda neden yapıldığı bilinmeyen bu taşların içinde en çok tepede
dimdik duran, koca gözlüden korkardı. Onun etrafında başka hiç taş heykel
yoktu. Öndeki küçük tepeciği aşınca öyle birdenbire karşısına çıkıverirdi
insanın. Patlak iri gözler, ne yöne giderse gitsin insanı takip ederdi. Tıpkı
rahmetli babası gibi…
Ali saatine baktı. Saat ikide çıkacaktı tura. Hafiften şekerlemeye başlamıştı ki
“Hello” sesiyle sıçradı yerinden. Karşısında şortlu genç bir kadınla, küpeli genç
bir adam motorlarının üzerinden ona el sallıyordu. Birden ayağa fırlayıp hazır
ola geçti. “Velkam velkam” dedi. Ona kulübe ve bekçi elbisesi teslim
edildiğinde yabancı turisti nasıl karşılayacakları öğretilmişti ama evde defalarca
tekrarlamasına rağmen ilk kez yüksek sesle söylüyordu. Kahvedekiler ve köyün
çocukları mıknatısa tutulmuş iğneler gibi kulübenin etrafında bitiverdiler. Adam
taş tarlayı gösterip bir şeyler söyledi. Gezmek istedikleri belliydi de kim ne
anlatacaktı onlara. Ali trafik polisi gibi eliyle dur bekle işareti yaptı, sandalyeyi
kadına gösterip tüm itirazlarına rağmen oturmaya zorladı. O sırada
kahvedekilerden biri bir sandalye daha koşturdu. Haberi alan muhtar suratı
kıpkırmızı, iki açık düğmeden fışkırmaya çalışan koca göbeğini tuta tuta koştu.
Turistlerin etrafındaki çember büyümüş, tokalaşma yarışı başlamıştı. Muhtar
kahveden getirilen çayı içmeye zorlanan turistlerin karşına geçip nefes nefese
“velkam” dedi. Turistler bir şeyler söylemeye çalışınca muhtarın ingilizcesi o
noktada bitti. “Koşun Öğretmen Beyi çağırın çabuk” diye bağırdı.
Önce çocuklar sonra kalabalıktan birkaç kişi öğretmenin evine koşturdu. Bu
arada muhtar karnını gösterip “siz aç, yemek, ayran” diye garip hareketler yaptı.
Turistler bir şey diyemeden bir kadın tepsiye koyduğu gözlemeler ve ayranla
çıka geldi. Muhtar ve tepsi için sandalye getirildi. Adam “te-şek-kür” deyince
kalabalıktan bir alkış koptu. Öğretmen geldiğinde herkes bir soluklandı onun
turistlerle İngilizce konuşması bir anda herkesin takdirini kazandı. Oysa
günlerce okul için derdini anlatmaya çalışmış kimseye dinletememişti. “Bekçi
Ali nerede” diye sordu öğretmen. Ali Çiçek bir okul öğrencisi gibi atıldı ortaya.
“Ali, bu turistler heykel müzesini görmeye gelmişler. Sen bize rehberlik et.
Onları gezdirelim.”
Ali gururla çevresine baktı. Sırtı dikleşti, artık önemli bir adamdı o. “Yalnız,
bilet!” dedi öğretmene.
“Ali oğlum adamlar nereden gelmişler bir de para mı alacaksın?” diyen muhtara
“Mecbur, talimat böyle” dedi Ali. Ne amca ne turist dinlemeyeceği belliydi.
Muhtar çaresiz elini cebine attı, “Misafire para verdirilmez, al şuradan günahı
neyse bırak geçelim işte.” Ali kulübeye girdi. Bilet koçanından iki turiste, bir
öğretmene, bir muhtara bilet kesti, başını devekuşu gibi küçük pencereden
uzatıp muhtara verdi. Onların peşinden içeri girmek isteyen kalabalığı
durdurdu. “Bilet yoksa tarla da yok” dedi. Yıllardır koskoca alanı kaplayıp
duran taşların kaldırılması için dilekçe veren Kahveci Salih, turistlerin hepsi
ajandır diyen Seyfullah Efendi, heykellerin dinimizde yeri yoktur diye vaaz
veren Hacı Abdullah ve kasabanın diğer erkekleri de bekçi kulübesi önünde
sıraya girdi. Taş tarlasının en bereketli günü, Ali’nin de kendince hasat bayramı
oldu o gün.