Kızılçam ormanı ile deniz arasında sıkışmış dar bir kumsalda sakin bir köşe. Plaj, bu saatlerde tenhadır. Sadece ben ve Emekli öğretmen olduklarını öğrendiğim iki kişi var… Biri, adı “Susuz yaz” ı çağrıştıran hafif meşrep bir roman okuyor: Susuz Aşk. Öteki uzanmış güneşleniyor. İleride, kumda oynayan iki çocuk… Ve onların anneleri olduğunu sandığım iki kadın… Sigara içiyorlar.

Buradan bakıldığında, denize saplanmış bir bıçak gibi duran adayla anakara arasındaki “Amazonların” kadim kentiyle bakışlarımız kesişiyor. Sessizce dertleşiyoruz. Sönmüş bir volkan artığı ada, toprağı yetersiz olduğu kadar, yeşili de kıt. Olanını da beton kemiriyor. Yük, iç liman tarafında. İstiap haddini çoktan aşmış… Battı batacak! Bunca aç gözlülük, bunca taciz, esrarlı ruhunu ve asaletini yok edememiş henüz. Yüreği elverse ya, başını alıp Kırıma kadar gidecek! Gidemiyor… Direniyor Sinop. Karadeniz’in hırçın dalgaları ve onun beyaz köpükleriyle oyalanıyor şimdilik… Ya sonra?

Hava yumuşak. Duru sularının üzerine, milyonlarca ışık parçasının örtü gibi serildiği deniz de sakin duruyor. Gökyüzü cam mavisi… Bulut yok! Bir adam… Yaşlı. Sadece kafası görünüyor su yüzünde. Vaftizci Yahya’nın gümüş tepsideki kesik başı sanki! Yüzüyor, ya da duruyor. Gözleri, düşünüyormuş gibi kapalı. Sonra, deniz ürperiyor aniden… Halkalar oluşuyor çevresinde. Işıklar kaçışıyor. Adam denizden çıkıyor. Birkaç adımlık kumsalı geçiyor ve teke gibi zıplayıp, diz boyundaki duvarın üzerine çıkıyor. Daha önceden hazırladığı plastik şişedeki suyu, ayaklarına dökerek kumlardan temizleniyor. Soluk bir havlu ile yüzünü, boynunu, göğüs bölgesini kurulayıp, onu bedenine bir peştamal gibi doluyor. Saçı sakalına karışmış, “Meczup” görünümlü bu adamın boynu yok! Kafası, tepesinden bastırılarak boynu göğüs boşluğuna gömülmüş. Başını sağa sola çevirdikçe gür ve kıvırcık sakalı, göğsü ile çenesinin arasında sıkışıyor. Bakışları sert… Değdiği insanı mermi gibi delip geçiyor. Yanda, dünden kalma gazetesini okuyan emekli öğretmen, kaş göz işaretiyle bir şeyler anlatmak istiyor bana.

Adamla ilgili olduğu belli ama ne demek istediğini anlamıyorum. Yine de uzaklara bakar gibi yapıyorum… Adam görüş alanımda ama onunla hiç ilgilenmiyorum… Sanki bakış açımda Adam yok! Havlunun altındaki ıslak şortunu ustaca çıkartıyor. Diğer kuru şortunu alıyor. Sağ ayağının üzerinde durup, sol ayağını, şortunun paçasından geçiriyor. Aynı hareketle bu sefer, sağ ayağını şortunun paçasından geçirecek… Başlangıç iyi. Kendince bir teknik geliştirmiş. İçimden takdir ediyorum. Ama beklediğim olmuyor; ıslak ayağı, şortunun paçasına takılıyor. Tek ayaküstünde, dengesini bulmaya çabalıyor… Olmuyor. Öfkeli, hırıltılı sesler çıkarıyor adam… Dengesini kaybedip kumsala düşüyor. Yine de ayakları üzerinde kalmayı başarıyor. Suçluyorum kendimi. Sanki bakmasam, düşmeyecekti. Hırıltılar, yakası açılmadık küfürlere dönüşüyor. Ana avrat dümdüz! Emekli öğretmen ve arkadaşı, onunla hiç ilgilenmiyorlar. Adam, şortunu giyiyor. Havlusunu silkeliyor, kumlar ıslak ayaklarına bulaşıyor. Ben de korkudan önüme bakıyorum. Adamın küfürlerinin arkası kesilmiyor. Hiddetinin şiddetine karşı, her birimiz hedef küçültüyoruz. Ödüm kopuyor adam bana bulaşacak diye…

“Hey, sana söylüyorum…” Bana seslendiğini biliyorum ama bakmıyorum. Gelip omzumu dürtüyor. “Ne bakıyordun öyle?” Kıçımı mı görecektin?” Sesim titrek: “Yo, sadece endişe etmiştim. Düştünüz diye…” “Düşmedim” diye gürlüyor adam.” Duvardan atladım.” Sesi gümbür gümbür, kızılçamlarda yankılanıyor. Herkesin bize baktığını düşünüyor ve bu bakışların altında eziliyorum. O kadar çok şeyi o kadar küfürlü sayıp döküyor ki, sadece birkaç şeyi algılıyorum söylediklerinden. “Benim için endişelenmiş beyimiz! Sen kim oluyorsun da benim için endişeleniyorsun? Onun için mi aval aval bakıyordun sünepe züppe?!” “Ayıp oluyor ama…” diyorum. (Sesim titrek) “Herkesin içinde…” Cümlemi tamamlamadan yarıda kesiyorum… Lanet olsun! Sinirli ve hırıltılı bir kahkaha atıyor. “Ne oldu?” “Utandı beyimiz” diyor. Alaycı… Yardım dilenen bakışlarımı Emekli Öğretmenlere çeviriyorum. Oturanı, susmamı işaret ediyor. Adam devam ediyor küfürlerine. Bir ara sesinin kesildiğini fark ediyorum. Heyhat, rahatlamama fırsat kalmıyor. Bana yaklaşmakta olduğunu hissediyorum. Tekrar dürtüyor omzumu. Bakmıyorum… Büzülüyorum. Tekrar dürtünce… Patlıyorum… “Ne var?” Zıvanadan çıkmış, çılgın bakışlarımızı birbirimizin gözlerine saplıyoruz. Göz bebekleri büyüyor birden. Bu neye alamet? Bilemiyorum. “Seninle kozlarımızı daha paylaşmadık… Yarın sabah erkenden- bir yer adı söylüyor- gel… Kıçın sıkıyorsa!” Yürüyor. Sonra dönüp, işaret parmağını tehditkâr sallıyor, “Korkak, şerefsizin biri değilsen eğer… Gelirsin!” diyor ve çekip gidiyor.

Adam uzaklaşınca, Emekli Öğretmen bana dönüp anlatıyor: “O, buranın tanınmış delisidir. Herkese bulaşır. Bu sefer piyango sana çıktı.” Olan biten her şey, sanki çok önemsizmiş gibi, gülerek anlatıyor. “Sen yabancısın ya… Özellikle yabancılara bulaşmayı sever. O kadar ciddiye alma!” Öyle diyor ama üzüntü ve utançtan titriyorum. Hemen çekip gitmeyi çok istememe rağmen göze alamıyorum. Çok etkilenmiş görünmek de istemiyorum. Günüm berbat oluyor. Adamın beni düelloya davet ettiği yeri soruyorum. Anlatıyorlar. Özellikle “Düello “lafıma çok gülüyorlar. O, uzanmış güneşleneni, pis pis sırıtıyor. Olan bitenden biraz da keyif aldığı izlenimine kapılıyor… Bozuluyorum. Kendimi denizin kollarına bırakıyorum. Yorulana kadar yüzüyorum. Denizden, beklediğim cevap da gelmiyor bir türlü. Tereddütteyim… Düelloya gitmeli miyim?

Bütün gece huzursuz ve uykusuz sabahı zor buluyorum. Sabahın alacasında kendimi sokağa atıyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ayaklarım beni kendiliğinden “hesaplaşma” alanına taşımış bile. Kentin kadim bölgesi burası, antik surlarının denizle boğuştuğu, “Hırçın dalgaların gelip duvarları yaladığı” ıssız bir yer. Yaşlı bir İncir ağacı, tedirgin bir şekilde beni selamlıyor. Altındaki eski bir Bankanın eski bir bankı, davetkâr bakıyor bana sessizce. Yer yer boyaları dökülmüş yerleri paslı. Çevrede, boş bira kutuları, çeşitli içki şişeleri… Çöpleşmiş atıklar! İpsiz sapsız kişilerin, alkoliklerin, kem gözlerden uzak, kendi hallerinde demlendikleri bir çeşit “Agora Meyhanesi” olmalı. “Bizim İhtiyar da, buranın müdavimi mi acaba?” diye düşünüyorum. Tedirgin edici bir yer. Banka oturuyorum. Demirin soğukluğu bedenime yayılıyor. Şimdi burası, kanlı meyhane olacak diye düşünüyorum. Adamın beni bıçaklayacağını hayal ediyorum. Kanlar içinde, yerde can çekişen bedenime bakarak, ürperiyorum.

Dalmışım…Motosiklet gürültüsüyle kendime geliyorum: Gelen var! Evet… O! Derli toplu giyinmiş… Taranmış. Çılgın bir hali de yok! Efendice elini uzatıyor. Ne bu şimdi? Barış taarruzu mu? Gülerek, “Merhaba” diyor. “Merhaba” diyorum ben de. “Dünkü saldırganlığım için özür dilerim. Sizi bir hayli üzmüş olmalıyım… Geleceğinizi pek ummamıştım! Beni şaşırttınız” diyor. “Siz de beni şaşırttınız” diyorum. Gülüyor. Dişleri parlıyor. Sağlamlar. Gülüşü güven verici. Bu yaşta, acaba kendi dişleri mi diye, düşünmeden edemiyorum ne alakaysa? Hala dünkü mahcubiyetimin etkisindeydim. “Bütün o çılgınlıklar bir oyun muydu?” “Hayır” dedi. “Düşmeme karşı tepkim gerçekti. Öfkenin abartılması ve size yöneltilmesi bir oyun, bir numaraydı.” Cevabı ikna ediciydi. “Yanımdaki beyler sizin çılgın- deli diyemedim- olduğunuzu söylediler. Bir kahkaha atıyor. “Herkes benim deli olduğumu düşünüyor. Umurumda değil. Bundan hoşlandığımı bile söyleyebilirim…” Şaşkın ve biraz da bozulmuş: “Bütün bunlara ne gerek vardı?” Diyorum. “Her olayın kendi gerekçesi vardır. Dünkü hadise, bir sınamaydı… Bir çeşit deneme yani.” “Ne denemesi?” diyorum. Gülümsüyor. “Sizin, beklediğim kişi olduğunuzu düşünmüştüm bir ara. Galiba da yanılmamışım… İşte buradasınız!” Dün denizdeyken onu Vaftizci Yahya’ya benzettiğimi anımsadım. O da peygamberini… İsa’yı bekliyordu! Benzetmenin tuhaflığından ve olayların farklı gelişmesinden memnun… Gülümsüyorum. O, rahat bir tavırla külüstür motosikletini işaret ederken, “Mademki geldiniz izin verin, mutlaka görülmesi gereken bir yere götüreyim sizi” diyor. Neye karar vermem gerektiğini bilemiyorum. Laf olsun diye soruyorum: “O yer güzel mi gerçekten?” Soruma “ona siz karar verin” diyor. “Bu motor ikimizi taşır mı?” diyorum. Gülüyor. Biniyoruz. Çata pata ayrılıyoruz oradan.

Adanın kuzey batısına doğru, patika yoldan sarsılarak ilerliyoruz. Endişeli ama bir o kadar da merakla, çevreyi kontrol ediyorum. Doğası ürkütücü, Issızlığı sinir bozucuydu. Bir hayli gidiyoruz. Sol yanımız uçurum. Kuşku içimi kemiriyor hala. Nihayet duruyoruz. “Geldik mi?” diyorum. Cevap vermiyor… İniyoruz. “Daha gelmedik” derken, bir taraftan da motoru itiyor. Daha “ne oluyor” diyemeden, uçuruma yuvarlıyor motosikletini. “Neden yaptınız bunu ?” Diyorum. Gülerek ama sakin açıklıyor: “Yıllarca kahrımı çekti. Son anlarını yaşıyordu ve emeklerine karşılık, onurlu bir ölümü hak etmişti” diyor. “Şimdi biraz da yaya yürüyeceğiz.” Yürüyoruz. Doğanın yabaniliği arttıkça, geri dönmek geçiyor aklımdan. Bunu yapamayacağımı biliyorum. Serde erkeklik var ne de olsa! Öte yandan, korku ve merak içimi kemiriyor…

Geldik” diyor. İn cin top oynuyor. Deniz seviyesi, yüz… Yüz eli metre aşağıda. Uçurum’un kokusu genzime doluyor… Ürpertici! Bodur çalılıklar adam boyunda. Onların arasına dalıyor ve gözden kayboluyor. Sonra sesleniyor: “Gelin lütfen, korkmayın” diyor. Sesi, hitap şekli güven verici. Ama dizlerim titriyor. Onun geçtiği yerden, ihtiyatla çalıların arasına giriyorum. Sivri ucu uçurma uzanmış yedi, bilemedim sekiz metrekare büyüklüğünde bir yer. Bodur çalılarla perdelenmiş, boşluğa uzanan, granit kayadan doğal bir balkon gibi. Ucunda bodur bir çalı, sımsıkı tutunmuş kayaya. Adam, bu balkonun ucunda duruyor. Belli ki tanıyor, biliyor burayı. Kendi evindeymiş gibi rahat. “Yükseklik korkutur beni” diyorum titrek bir sesle. “Korkmayın” diyor.” O, rahat… Ben tedirginim. “Size sadece hiçliği şöyle bir ucundan göstermek istedim. Bu duyguyu yaşamayı ödül olarak hak ettiniz” diyor. “Ben ne yaptım ki; ödülü hak ediyorum?” “Çok şey” diyor. Titreyen dizlerimi ve hızla çarpan yüreğimi sakinleştirerek, uçurumun ucundaki, bodur çalıya kadar yürüyorum. Çalı benim tek güvencem. Adam, benim göremediğim birçok güzelliği görüyormuş gibi, hayranlık coşkusuyla bakıyor boşluğa. Sonra oturuyor ve ayaklarını sarkıtıyor. Başım dönüyor… Bakamıyorum. Bana dönerek: “Sakinleşin… Boşluğa bakmayın… Çömelin ve rahat oturun” diyor. Öyle yapıyorum. “Burada, işimiz ne? Buraya niçin geldik?” Sesim cılız… Korkak ve titrek cızırdıyor. Ayaklarını uçurumdan çekip, bağdaş kurarak oturuyor adam. Beğeneceğimi umduğu bu yerin beni tedirgin etmesi, biraz canını sıkmış görünüyor. Cebinden paketini çıkarıp bir sigara yakınca tütün kokusu yayılıyor. Tütün, bu kadar mı güzel kokardı? “Bir tana de ben alabilir miyim” diyorum. Oysa sigara içmem. Korkumu bastıracağını umuyorum sadece. “Üzgünüm” diyor. “Bir tane var… O da benim için.” Gücenemiyorum.

“Siz cesur bir adamsınız” diyor. “Hayır” diyorum. “Ben korkağın biriyim.” O sakin. “Siz sadece cesur olduğunuzun farkında değilsiniz… O kadar!” Ses etmiyorum. Sigarasından derin bir nefes çekip, konuşmasını sürdürüyor. “Sizi buraya getirdim çünkü: Siz bana yardım edebilirsiniz. Hatta… Etmelisiniz!” Nasıl yani anlamında, yüzüne – bu sefer gerçekten- aval aval bakıyorum. Ona da sıra gelecek sabret der gibi tebessüm ediyor. Adam müthiş oyuncu, giderek, hayranlığım artıyor.

“Ben, artık yaşlandım ve ötesini istemiyorum” diyor. İtiraz edecek oluyorum; susturuyor. “Yaşlılık, senden çok uzak henüz… Şimdilik! Bir zaman sonra sana da gelecek… Merak etme. Yaşlılık, rezil bir şey! Elin titrer, bardağı, kaşığı tutamazsın… Çişin gelir çişini, gaz sıkıştırır, gazını tutamazsın… Unutursun, sözünü tutamazsın… Söylenmeye başladın mı çeneni ve çevrende insan tutamazsın… Giderek yalnızlaşır, tökezlemeye başlayan bedeninle baş başa kalırsın! Yıllarca sana hizmet sunan, yıpranmış, pörsümüş, gücünü ve hünerini kaybeden bedenin bile, sana yabancılaşır. Taşınması güç bir yük haline gelir. Ama onsuz da olunmayacağını bilirsin!” Bütün bu cümlelerle beni, neye ikna etmek istiyor bu deli Adam şimdi? Tedirginliğim giderek artıyor…

“İyi de, siz henüz bu durumda değilsiniz ki” diye itiraz ediyorum. “Hayır, o durum çok yakın… Biliyorum” diyor. “Bir şölendeysen, zamanında kalkmasını bileceksin. Önemli olan o, dönülemez noktaya gelmeden adabıyla çekip gitmek! Elbette kolay değil. Cesaret ve kahramanlık, güç koşullarda şekillenir. Onur uğruna ölümü göze alabilmeli insan. Onur insanın, insan olarak varoluşuna içtenlikli bir saygıdır. Hiçbir yürek hem kendi hem de sevdiklerinin varlığında düşkünlük ve zavallılık haline katlanamaz… Katlanmamalı da. Kendi rızamız dışında, bize sunulan bu kısacık ömrümüzde, doğal süreç diye, yaşlılık arazlarının onurumuzu pespaye etmesine izin verilmemeli. Elbette bu benim düşüncem, başkaları ne düşünür bilemem. Semavi (göksel) yanımı temsil eden aklım, bedenimin onurunu, başkalarının merhametine terk edemez. Velev ki bu kişiler en sevdiklerimiz ve bizi sevenler olsun! Böyle bir duruma izin veren akıl ve buna katlanan bir yürek, kokuşarak ölümü beklemeye mahkûmdur. Varlığının onuruna, bunca kayıtsız ve korkakça davranan bir kişi, merhameti bile hak etmez!” Öyle soğukkanlı ve sakin konuşuyordu ki, ürperdim. Tiyatro metninden bir parça okuyordu sanki…

“İyi de benden istediğiniz ne?” Sorumu, önemsiz bir şeyi dile getirircesine yanıtlıyor: “itivermek” diyor. “Sadece itivermek!” İrkiliyorum… Ciddi mi diye gözlerinin içine bakıyorum… Adam ciddi. Yine tongaya düştüm diye kendime kızıyorum. Adam beni Dr. Ohannesyan sanıyor? Beklediği benmişim… Cesurmuşum! Beni tava getirmek için sıktığı palavralar! Öfkem büyüyor. Ölmek istiyorsa, gebersin namussuz diyorum içimden.

Öfkemin katlanıp büyümesinden korkuyorum. O istemese bile, itivereceğim aşağıya bu yaşlı deliyi. Sonra, ölümüm dehşeti, granit kayalara çarparak parçalanan cesedi gözümün önüne geliyor. Bastırıyorum öfkemi. Olabildiğince renk vermeden :“ Ama bunu siz, kendi başınıza da yapabilirsiniz.” diyorum. Bastırılmış öfkem, sesime yansıdı mı diye kaygılıyım. Sinirli bir şekilde gülüyor… “Önemli olan bu hükmü, bu bilgiyi, bu eylemi hak eden biriyle paylaşmak… Onun şahitliğinde ve onun belleğinde geleceğe taşımak! Kararıma saygı duyuyorsan… Yap! Ve ömrünün sonuna kadar bu sır sende kalsın! Yok… Yapamayacaksan… Çek git… Bu iş zorla olmaz!” Sözlerinden, onların söyleniş biçiminden ve mimiklerinden etkilendiğimi gizleyemem. Göz göze bakışıyoruz bir müddet. Yüreğimin bir köşesi, bu kadar küçük bir yardımı, adamdan esirgiyorum diye, bana kırgın sanki. İş bu noktaya geldikten sonra tırsmak, dönüp kaçmak… Bilemiyorum. Korkumu görsün istemiyorum da öbür taraftan! Güneş doğmak üzere… Adanın doğu yakasını kızıllık basmış… Çalılara takılan rüzgârın tıslamasından başka bir ses yok! Aniden… Patlar gibi “Tamam” diyorum. Bunu nasıl söylediğime, bunu gerçekten benim söyleyip söylemediğime bile inanamıyorum. Yüzü aydınlanıyor. Sabahın ilk ışıklarından mı, yoksa sevinçten mi bilemiyorum. Birbirimize tutunarak ayağa kalkıyoruz. Son sigarasını yakıyor. Peş peşe dumanını içine çekip boşluğa bırakıyor… Bir müddet izliyor onları. Sigarası ağzında, önce ayakkabılarını, peşinden çoraplarını, sonra elbiselerini çıkarıyor. Duraksamadan donunu ve atletini de… Hepsini gömleğinin içine sarıp, sımsıkı bağlıyor ve uçurumdan aşağıya fırlatıyor. Uçurumun kenarında bronzdan bir heykel gibi, vakur… Öylece bekliyor. Derin bir nefes daha çekiyor sigarasından ve dönüp bana bakıyor. “İttikten sonra sakın bakma. Arkanı dön ve git” diyor. Yüzünü uçurma dönüyor. Göremiyorum ama mutlu olduğunu düşünüyorum. Hatta dudaklarında muzip bir gülümseme bile olabilir. Öylece itivermemi bekliyor…

Onu arkadan itiverdim. Direndi. Benimle alay mı ediyor diye düşündüm. Bir de dünkü edepsizliği aklıma gelince, sinirlendim. Bir daha itiverdim. Bu sefer, en ufak bir direnç göstermedi. Hatta dün kumsalda duvara zıpladığı gibi… Nasıl anlatsam… Sanki kanatlanmış gibi boşluğa uçuverdi. Ne bir ses, nede bir haykırış duydum.

Sırtımı dönüp, oradan hızla uzaklaştım. Ruhum allak bullak! Şafağın kızıllığı, Adamın kayalara çarparak parçalanmış cesedini, uçurumun granit kayalarına bulaşan kan lekelerini kızıla boyadı ve cinayetin izlerini sildi… Süpürdü.