Gizlendiğimiz yerde, sesler duyduk Serçedere’nin oradan. Seslerin geldiği yöne bakmak için ayağa kalkmak isterken Corç beni durdurdu “sus” işareti yaparak. Çalıların arkasından konuşanları çok iyi göremiyorduk. Arkası bize dönük bir genç kız, oğlanın önündeydi. Görünmeyelim diye konuşmalara kulak veremedik telaşla. Sonra, her şeyi görüp duyabildik. “Bak!” diyordu genç kız “yapamayacağım şeyleri yapmaya zorlama beni!” Oğlan kekeledi. “Ama sen… Sen de her dediğime itiraz ediyorsun!” Kız, atmaca gibiydi. 

“Ben, hiçbir teklifine itiraz etmedim” dedi. Oğlana biraz daha yaklaştı. Elini onun omuzuna koydu. Kararlı bir tonda devam etti kız. “Bak Osman… Sonbaharı beklememiz gerek… Anlıyor musun? Önce, bağ bozumu şenliklerine birlikte katılmalıyız!” Sesi, sanki tanıdık birine benziyordu! Heyecanlandım. Biraz da korktum. Corç, dürterek susmamı işaret etti tekrar. Sustum. Gizlendiğimiz yerde, kıpırdamadan durmak, dayanılmaz bir eziyetti.

“Neden?” diye inledi Osman…”Anlamıyorum!”  Genç kız, pek bilmişçesine kıkırdarken, hafifçe dönse de yüzünü göremedim. Kalbim yerinde duramıyor, çırpınıp duruyordu. (Müslümanlaştırılmış bu şenliklerin, mübadele öncesi, çoğunluğu Rum olan köylülerden kalma bir gelenek olduğunu henüz bilmiyorduk. Şenliklere birlikte katılmaları, çiftlerin birbirini seçtiğini herkese ilan etmekanlamına geliyordu.)  Özellikle,“El âlem” de denen, cin-peri gibi görünmez olan “Herkes” çok önemliydi. Ondan çekinirdi kasabalı. Bizimkiler de çekinirdi…

Osman, ablamların liseden arkadaşı, on yedisinde bir oğlandı. Biz içimizden, “olmasın Allahım” desek de kız, Zeynep ablamdı galiba!? Konuşulanlardan anladığımız kadarıyla Osman, aileler arasında söz kesilsin istiyordu… Hepsi o! Genç kız, çekip gitmek için birkaç adım atmıştı ki, arkasından seslendi Osman.

“Zeynep!” Döndü Zeynep. Gördük! “Belki?”  diye kendimizi kandıracak alanımız kalmamıştı artık! Bekledi ablam. Bekledi ki, söyleyeceğini söylesin Osman! Zaten biraz kekeme olan Osman’ın suskunluğu sürdü. Ablam, şöyle bir süzdü onu. Sesine yumuşak bir ton vermeyi becereceğinden emin olmasa da, buna gayret ettiğini biz, saklandığımız yerden bile görebiliyorduk. “Bir şey mi söyleyecektin Osman?”  Öbürü, yutkundu ve yine sustu. Ablam öfkelendi.“Ha… Kavlimizden caymaya bahaneler arıyorsan, yolun açık olsun!” dedi. Döndü ve yürüdü gitti. Ablamın ardından bakakaldı Osman. Ablam, dönüp de bir kere olsun bakmadı geriye.

Sesleri ilk duyduğumuzda, saka kuşu yakalamak için kurduğumuz tuzağı gözetliyorduk çalıların içinden. Onlar görmesin diye pusudaki yerimizde kıvrılıp kalmıştık. Ablam, kuş yakalamamıza çok kızardı. Kaç kere azarlamıştı bizi. Kuşu elimizden alır, havaya fırlatır, onun telaşla uçuşunu keyifle izlerdi. Bu yüzden kıpırdamadan, ses çıkarmadan bekledik ki görmesin! Ayrıca, onların bir sırrını öğrenmenin keyif alınan, yedek koz gibi bir yanı vardı! Ablamdan sonra Osman da çekip gitti. Corç’la o gün kuş yakalayamadan eve döndük. Gördüklerimizi kimseye anlatmadık. Nasılsa; annemin “Dik kafalı” dediği ablamın, babam dâhil kimseden pek korkusu yoktu! Onlar, büyüdüklerini sanıyor, kendi kendilerine gelin–güveyi oluyorlardı.

Eve vardığımızda annem, abim ve yengem mutfaktaydılar. 

“Yarın bağa girelim mi anne?” dedi Rafet abim.

“Bence de bağa girmenin tam vakti” dedi annem. “Hava, geceleri de kuru. Sabahları çiğ yok! Ama baban, hasat için uğurlu günü beklemek niyetinde.” Sıkıntılıydı. Ocaktaki yemeğin altını kısarken, “Başımıza müneccim kesildi. Hep o tarikat şeyhinin başının altından çıkıyor bunlar. Bize inat, Nuh dese, peygamber demez de, şeyhi ne derse onu eyler!” Babamın bu tavrını şikâyet ediyordu oğluna. Onun, babama itiraz ettiğini hiç görmedik. 

“Ne günmüş o uğurlu gün anne” diye kinayeli seslendi yengem. 

“Sahi… Ne günmüş o uğurlu gün? Söyledi mi bari?” Derken, öfkesini sözcüklerine bulaştıran abim, cızırtılı bir sesle konuşuyordu. Bazen, aniden sesi kısılırdı sinirlenince. Annem bezgince, 

“Perşembe günüymüş” dedi. Ağabeyim daha da sinirlendi. 

“Ohooo! Biz o güne kadar çoktan işimizi bitirirdik!” 

“Bitirirdik” dedi yengem. 

“He ya… Bitirirdik” diye hayıflandı annem. Mutfağa, sıkıcı bir hava çöktü. Avluya koştuk.

“Uğurlu gün ne demek?” dedim Corç’a. Omuz silkti. Bence, o da bilmiyordu… 

Beklenen perşembe günü, birden karardı gök. Karakaşları çatıldı. Yüzü morardı. Azgın bir köpek gibi hırlamaya başladı. Şimşekten kamçısını şaklatıyordu fırtına tanrısı. 

“Allah üzerimize bir musibet gönderecek!” dedi babam. Gök, bizim göğümüz değildi. Bizden uzakta, tepelerin ardında, dağların yamaçlarına bakan başka bir Gök’tü. Orada olup bitenin bizi neden ilgilendirdiğini anlamıyorduk. Nereden çıkmıştı bu kara bulutlar? Tepemizdeki gök masmaviydi oysa. İri beyaz bulutlar, oradan kaçıp bizim göğe sığınıyorlardı. Savaştan kaçıp bize sığınan göçmenler gibi şaşkındılar. Herhâlde, oradaki insanlara kızgındı Allah! Dağa, taşa, bağa, bayıra, ağaca, çayıra saldırarak öç almak istiyordu.

Gök, ortadan yarıldı. Karnında taşıdığı ne kadar su varsa, boşaltıverdi yamaçlarına tepelerin.

“Şimdi hapı yuttuk” dedi babam. Biz korktuk! Annem, 

“Sel gelip bağları, bahçeleri süpürüp gitmese bari!” Sesi, inler gibiydi. Durumu kavrayacak yaşta değildik. Heyecanlı, seyirlik bir oyundu bizim için sel. Dünya, henüz oyunlarımızın etrafında dönüyordu. Selden değil, annemin endişeli, babamınsa, şaşkın ve ürkek yüz ifadesinden korktuk. Annem, 

“Gidelim, topladıklarımız yanımızda kâr kalır” derken, babama bakmıyordu. Kırgındı sanki. Babam, 

“Allah’ın istediği olur… Bağa inene kadar sel gelir. Çoluk çocuğu tehlikeye atmanın gereği yok! Kaderimizde ne yazılıysa, o vaki olacak!” diye kestirip attı. Annem inleyerek mutfağa seğirtti… 

Yoksa… Bugün uğurlu gün değil miydi?

Babam, kazma kürekle bağa gitti. Giderken, 

“Abinize söyleyin, fazla oyalanmadan bağa gelsin” diye tembihledi. Bağı olan kasabalı tarlasına koştu. Fazla bekletmedi felaket. Sel suları, kurumuş çay yatağında, kaya, taş, kum, çalı- çırpı, köklerinden söküp önüne kattığı ağaçların oluşturduğu ejderha başı gibi kara bir kitleyi itekleyip duruyordu. Homurtusu ovaya çöktü. Sel, önüne kattığı kitleyi aşıp hızla ilerleyemiyordu bir türlü yatağında. Arkasında bulanık su kütlesi, ürkütücü bir şekilde kükreyip yükseliyordu. Kabaran sular, toprak bentleri çiğneyerek ovaya yürüdü. Bağlar, bahçeler sular altında kaldı. Kadınlar ağlıyordu. Annem, yengem ağlıyordu. Erkekler sigara üstüne sigara içiyor, yere tükürüyorlardı. Abim, dudaklarını kemiriyor, ablam, ne ağlıyor, ne de söyleniyordu. Kollarını göğsünde kenetlemiş, kısık gözleriyle bağımızı seyrediyordu. Birden, Osman abi geldi aklıma. Uzaktan ablamı seyrediyordu. Bi koşu yanına vardım. “Bağımızı sel aldı” dedim. 

“Görüyorum” dedi. Sesi üzgündü. Elini omzuma attı. Aynı anda ikimiz de ablama baktık. Çay yatağında, neredeyse kurumuş suyun, nasıl bu kadar büyüklüğe ve yıkıcı bir güce eriştiğini anlamıyordum… Korkunçtu!

O akşam evde kimsenin ağzını bıçak açmadı. Babam, Arapça Kuran’a gömüldü, bütün gece mırıldandı durdu. Hepimiz erken yattık, hemen uyuduk ama ya ötekiler? 

Çok erkenden uyandırdı annem bizi. Bağa gidecektik. Babam gelmedi ama bizim gitmemize de ses etmedi. Beş – altı voleybol sahası kadar ki -bize o yaşta ne kadar büyük görünürdü- bağımızın hali içler acısıydı. Öfkeli sel suları, direnen gövdelerin eğilen meyve yüklü dallarını, beyaz, siyah ve kırmızı salkımlarını, yemyeşil yapraklarını alt etmek, balçığa bulamak için elinden gelen her şeyi yapmıştı! Sular çekilmiş, tarla sarımsı bir balçıkla kaplanmıştı. Ayakta kalabilmiş gövdelerin dallarında, yüzü gözü çamura bulanmış salkımlar, sele direnişin gururuyla bize gülümsüyorlardı sanki. Önce, tepede kalanları, sonra balçığa gömülmemiş olan salkımları topladık. Dizlerimize kadar çamura bata çıka akşama kadar çalıştık. Topladığımız üzümleri tüccar almazdı. Sepetlerle suya daldırıp çıkartarak, üzümleri çamurdan arındırdık olabildiği kadar… Küfelere doldurup atölyeye taşıdık. Atölye dediğimiz yer, Rum ailenin Yunanistan’a giderken, olduğu gibi bıraktığı ve çeşitli amaçlar için ara-sıra kullandığımız, ama bakımsızlıktan harabeye dönmesine aldırmadığımız bir yerdi. Bu harap hali bile, geçmişe dair gururlu bir görkemi gizliyordu.

Üzümleri, renklerine göre ayırarak, koca bir ağaç gövdesinden yekpare oyulmuş tekneye boşalttık. Ablam ve abim çıplak ayaklarıyla salkımları iyice eziyordu. Arasıra bizim de tekneye girip tepinmemize izin verdiler. İyice ezilen üzümler, hasırdan özel çuvala koyup, cenderede sıktık. Üzüm şerbeti, büyük küplere – onlar da Rum aileden kalmaydı – doldurulup, dinlenmeye bıraktık. Gece boyu, küplerdeki bulanık şerbetin içindekiler dibe çökmüş, tortuların üzerinde, duru kızıl renk ve cam gibi şeffaf üzüm şerbetleri kalmıştı. Annemin, “kıçsız küp” dediği amforaların neye yaradığını o zaman öğrendik. Annem, günlerce pekmez kaynattı durdu. O yıl, bol bol pekmez yedik!

Çocukluğumdan aklımda kalan en canlı anılar, bir işe yaradığımızı hissettiğimiz o günlere dairdir. O sene bağbozumu şenlikleri sönük geçti. Ablamla Osman, şenliklere katılıp nişanlandılar. Bir süre sonra da evlendiler. Abim, Almanya’ya gitti, sonra yengemi yanına aldırttı. Babam, daha da çok gömüldü uhrevi dünyasına. Annem, ben ve Corç… Biz üçümüz yalnız kaldık! Yalnızlık korkum, belki o günlerden kalmadır diye düşünürüm arasıra… Kim bilir?

Şimdilerde o bağlar ve bahçeler sessiz bir çoraklığa gömüldü. Bugünkü halleri insanın yüreğini acıtıyor! O günlerin anısı, acısı, neşesi, rengi, tadı, kokusu hâlâ bende yaşıyor olsa da, gün gelecek, bendeki onlar da silinecek… Hiç yaşanmamış, hiç var olmamış gibi!

Hayat böyleydi işte! Hiçbir şeye aldırmadan, kendi kurallarını dayatıyor, başına buyruk akıp gidiyordu. Ve nedense hep o, uğursuz perşembenin ürkütücü Selini hatırlatıyordu.