Sazlı sözlü, şarkılı türkülü, inanılmaz ama hem de danslı, gece yarısından sonra başlayan otobüs yolculuğu, otelin önüne geldiklerinde son buldu. Sarı, kıvırcık, kısa saçlı, mavi gözlü Türkçe öğrenen Hollandalı Antropoloji öğrencisi kız, alışık olmadığı bu yolculuktan son derece memnun bir şekilde suratında kocaman bir gülümsemeyle otobüsten inmeye çalışıyordu. Sabah saatlerinde bile şehir cayır cayır yanıyordu. Anadolu’nun göbeğindeki bu şehri, haziranın son gününde temmuz sıcakları basmıştı. Hemen herkes otele koştu. Otelin klimalı ortamı sanki soğuk suyla duş alırcasına bir ferahlık vermişti misafirlerine.

 

Biraz dinlendikten sonra yarım günlük program yapıldı otel odasında. Araştırma yapan yabancı misafir kontenjanından kafileye katılan arkadaşlarına şehirle ilgili broşürleri veren iki kız kardeş yapacakları prova için odadan ayrıldılar. Güneş kremlerini sürüp şapka, gözlük ve fotoğraf makinesini yanına alan yabancı misafirse onların ardından şehri keşfetmek için tarihi bölgenin sokaklarına attı kendini. Arkadaşlarının şenliğe katılacağını duyduğunda hiç planlamadığı halde bu şehre gelmek istemişti. Onların önüne koydukları bütün zorluklara rağmen böyle bir kültür şenliğine katılmayı araştırması nedeniyle de çok istemişti. Şehrin kalesini gezerken iyi ki gelmişim diye düşündü. Fotoğraflarından taş işçiliğini çok beğendiği bir Selçuklu eseri olan sonraki durağı, Buruciye medresesini görmek için sabırsızlanıyordu. Tarihi mekânları peş peşe gezerken kolları, bacakları ve yüzü alışık olmadığı bu yakan Anadolu güneşine kızararak tepki vermeye başlamıştı bile. Medreseyi gezdikten sonra içerdeki kafelerden birinin gölgesine sığındı ve soğuk bir soda içti, altında dolaşırken inanılmaz derecede yakıcı olan güneşin, gölgeleri egemenliği altına alamadığını keşfetti. Kendini serinlemiş hissetti ve mutlu oldu. İnsanlarla sohbet etti Türkçesinin yettiği kadarıyla. Sonrasında da oteline döndü.

 

Ertesi gün yapılan toplantılara katılıp, arkadaşlarının semah gösterisini izledi. Sonraki günün sabahında görmek istediği yerlerin kalanını gezmek için otelden ayrıldı. Öğlen saatlerinde valiliğin önünde gördükleri onu oldukça ürküttü. Kalabalık bir grup “Sivas laiklere mezar olacak” diye bağırıp, valiliği taşlamaya başlamışlardı. Korkmuştu. Otele dönmesi gerektiğini düşünüp oradan hızlı adımlarla uzaklaştı. Nedenini merak ettiği, kendi ülkesindeki holiganlara benzettiği bu kişilerin davranışlarından arkadaşlarını da haberdar etmek istedi. Yolda gelirken başka bir grubun da bir heykeli parçalamaya çalıştıklarını gördü ve adımları daha da hızlandı. Temmuz sıcağı altında koşar gibi yürümek bütün ter gözeneklerini hummalı bir mesaiye zorlamıştı sanki. Telaştan silmeyi bile akıl edemediği, alnından süzülen ter damlaları güneşin yaktığı kızarmış yanaklarını daha da acıttı. Beyaz ince tişörtü sırtına yapışmış, beyaz sütyenini dışarıdan daha da görünür kılmıştı, hiçbir şey umurunda değildi. Tek amacı vardı; bu yabancı şehirde tanıdığı birkaç kişinin olduğu otele bir an önce ulaşmak.

 

Otelin yakınındaki dükkânların önünde de üç beş kişilik gruplar vardı ama henüz bağıran, çağıran yoktu. Otelin lobisinde toplanan şenlik katılımcıları kaygılı görünüyorlardı. Arkadaşlarını buldu ve hemen gördüklerini anlattı. Laikler kimdi? Bu öfkeli grubu neden birileri durdurmuyordu? En az onun kadar korkmuş arkadaşları şenlik katılımcısı yazar Aziz Nesin’in ölümle tehdit edildiğini söylediler. Polis ya da askerin bu gruba engel olması gerektiğini de…

 

Dakikalar geçmek bilmiyordu. Saatler ise sanki bir asır gibiydi. Bir saate kalmadan otelin etrafı sloganlar atan insanlardan oluşan bir kalabalık grup tarafından sarıldı. Sınırlı sayıdaki güvenlik güçleri onların otele girmesine engel olmaya çalışıyor görünüyordu. Saat üç olduğunda daha da kalabalıklaşan grup çevredeki araçları ateşe vermişti. Sonrasında otelin camlarına taşlar atılmaya başlandı. Aziz Nesin’in başbakan yardımcısıyla görüştüğü haberi korkuyla bekleşen insanlar için umut kapısını biraz da olsa aralamıştı ama sakinleşemeyen tek kişi tesadüfen orada olan Hollandalı misafirdi. Panik ve korku güneşle kızarmış beyaz suratını birbiri ardından daha da kızartıyordu. Dışarıdan gelen sloganların morallerini bozmasına izin vermek istemediler çünkü başbakan yardımcısı, bakanlar ve milletvekilleriyle görüşülmüştü ve kurtarılacaklarına dair güvence verilmişti.

Umutlu bekleyişi “Yakın ulan, yakın!” nidalarının hemen ardından tutuşan otel perdeleri sonlandırdı ve büyük bir kargaşaya neden oldu. Lobide bekleşenler merdivenlerden yukarı çıkarken, merdivenlerde bekleyenler aşağıya inmeye çalışıyor, bazıları da çatıya çıkmaya çalışıyordu. Şehrin üzerine Temmuz sıcağından sonra şimdi bir de ölüm ateşi çökmüştü. Saatlerdir içeride bekleyen ve devletin onları kurtaracağından emin olan insanlar artık enselerinde ölümü hisseder olmuşlardı. Ölümden kurtulmak güdüsü mantığı devre dışı bırakmıştı. Bir kadınla kocasının kendilerini bulundukları kattan aşağıya attıklarını ve kimsenin onlara yardım etmediğini görünce büsbütün umutlarını yitirdiler. Dışarı çıkmak demek oteli yakan ve “Cehennem ateşi bu işte!” diye bağıran bu canilerin insafına kalmak demekti. Grubun çoğu üst katlara tırmanırken otelin arka tarafına açılan bir kapıdan bazıları dışarı çıkıp en azından duman solumaktan kurtulmuşlardı. Giriş katı tamamen yanıyordu. Üst kata kaçarak alevlerden kurtulmuşlardı ama simsiyah dumanlar üst katlara kadar ulaşmıştı. Camları açamıyorlardı duman daha da çok içeri girmesin diye. Herkes solunan bu kötü kokulu dumandan öksürmeye başladı. Bir yandan yangının yukarı katlara ulaşan sıcaklığı bir yandan zehirli duman nefes almayı oldukça güçleştiriyordu. Bir türlü otele ulaşamayan itfaiye araçlarının sirenleriyse uzaklarda hiç durmadan çalmaya devam ediyordu.

 

Sıcak ve isli camlardan uzaklaşıp dumandan korunmak için, altını ıslak havluyla besledikleri kapının arkasındaki odalarına sığınmıştı hayatının baharındaki üç genç kız. Birbirlerinden gizleyemedikleri gözyaşları yanaklarından süzülürken odanın döşemesine oturdular. Ailelerini düşündüler. Sohbet etmeye başladılar. Belki televizyondan izliyor olabilirlerdi. Belki de kendilerini kurtarmak için yola çıkmışlardı. “Herhalde en geç benim annemin haberi olur, hatta buradan kurtulursam ona bu olaydan hiç söz etmeyeceğim” dedi misafir kız. Ölüme bu kadar yakınken bile hâlâ birbirilerine umut vermeye çalışıyorlardı gözyaşları ve öksürükler arasında. Birazdan belki de itfaiye erleri camı kırıp onları alacaktı. Bir yandan da baş ağrıları başladı. Üzüntü ve sıkıntıdan herhalde dediler ve sohbet etmeye devam ettiler. “Carina keşke bizi dinleyip Ankara’da kalsaydın” dediler misafir kıza. “Evet, keşke!” dedi pişman ve suçlu bir ses tonuyla. Önce yaşı en küçük olan kız sustu uykum geliyor dedikten sonra. Gözleri yarı açık kafası omuzlarının arasına düştü. Seslenmelere cevap vermeyince abla hemen ayağa fırladı yardım etmek için ama başı döndü ve kalkamadan yere yuvarlandı. Son bir çabayla uzanarak kardeşinin elini tuttu ve gözlerini kapadı. Misafir kız kalkmak için çabalamadı bile, memleketinden binlerce kilometre uzakta bir otel odasında yana doğru devrilip, cenin pozisyonu alarak kendini o ağır uykuya teslim etti. *

 

 

_______________

* BBC web sitesinin haberlerinden esinlenerek kurgulanmıştır.