“Sana diyorum, hey, duyabiliyor musun beni?

Kendini kaptırdığın dünyanın sesini kısamaz mısın?”

O kadar çok birbirine geçmiş ses ve gürültü var ki; biliyorum beni duyamazsın.
Ama yine de şansımı denemekten, iç sesimi dinleyip, durup durup seslenmekten
alıkoyamıyorum kendimi.

Elinde hiç bırakmadığın renkli, ışıltılı bir ekran var. Orada gördüklerin,
okudukların, izlediklerin sana başkaca bir dünya olmuş. Gerçek diye adlandırılan
dünya adlı gezegen ise çoktan tılsımını kaybetmiş, tat vermez olmuş sana. Herkes
anlatıyor bir şeyler, bunu kimi zaman nefes almayı unuturcasına yapıyor fakat
kimse dinlemiyor. Bir parmak ucunda her şey. Sen de onlara yetişmeye çalışıp
hiçbir şeyin gerisinde kalmamak istercesine koşuyorsun. Bakıyorsun ama
görmüyorsun. Bilmiyorsun ve duymuyorsun. Hayatın akıp giderken bir sahil
kentinde, kendini yamamaya çalışıyorsun sanal bir âleme. Sözcüklerin emojilere
el verdiği o âlemde kahraman olmalı, tanınmalı, belki de bir fenomen olmalısın…

Uzayan tırnaklarımın, kirlenen tüylerimin farkında değilsin. Tüylerimi yumuşak
yumuşak okşayıp taramıyorsun. Oturduğun yerde bacağına sürtünüyorum, hızlıca
çekip uzak bir yere bırakıyorsun beni. Eskici geçiyor sokaktan. Hoparlörden
gelen “eskici geldi, eskici geldi” sözünü yineleyen sese, bebeğini yeni uyutmuş
bir anne kızıyor. Ah beni de o eskiciye versen! Bulurum bir yolunu ve kaçarım
sokaklara, özlediğim o aylaklığa…

Ne bileyim, şöyle kalabalık bir misafir geldiğinde, dışarıya doğru kimse fark
etmeden sıvışsam. Gerçi uzun süreden beri kimse de uğramıyor yalnızlık kokan
bu eve. Tek tük arkadaşların geliyor, onda da belli etmeden kaçmak olayı benim
için fazla riskli oluyor. Kendimi bir kapana kıstırılmış gibi hissediyorum çoğu
zaman. Dökülen tüylerimi tüy bandıyla toplarken, ansızın biten kedi mama
paketim için dur durak bilmeden söyleniyorsun. Hiç mutlu değilsin hep asık bir surat, hep bir öfke nöbeti. Gitmek istiyorum, gitmek! Ama nasıl?

Senin gibi sığınabileceğim, her şeyi unutabileceğim bir telefonum da yok. Orası gerçek hayatta ilgi, sevgi ve onay görmeyenlerin yegâne sığınağı. Belki de, bu zorlu hayatın gerçeklerinden kaçmanın teknolojik bir yolu. Sen de sığınıyorsun onlara. Akıp giden zamanı hissetmiyorsun. Orkideyi, sukulentleri fazla susuz bırakıp ancak kuruduğu zaman fark ediyorsun. Sahiplenmeyip ihmalci davranıp öfkeleniyorsun. Ötekiler gibi oyunu bozmuyorsun ve kolay olanı seçiyorsun… Yavaşlıyor hareketlerim, sen uyurken ayak ucunda kendime yer açıp uyuyorum. En zararsız, kendin olduğun bu halini seviyorum… Ben de uykuyla unutuyorum her şeyi. Yetinmeyi bil, burada karın tokluğuna yapayalnız yaşa işte diyorum! Olmuyor.

Kimi zaman balkondan gökyüzünü izliyorum, karşı caddede akıp giden trafiği, durmadan koşuşturan insan selini. Geceleri yanan ışıkları ve senin kapanmayan yaralarını görüyorum. Odada yaktığın fenerler, mumlar ve antolojiden okuduğun şiirler aydınlatıp kalbini, kaybettiğin ruhunu geri vermiyor sana.

Akşam oluyor, sabah oluyor yineleniyor bildik düzen. Karşı cinsimden gelecek bir sevgi zerresini özlüyorum. Özlemek büyüyor, sonra dağılıyor parçaları her yana.

“Sana diyorum, hey, duyabiliyor musun sessiz çığlığımı?” Bunca gürültünün, hızlı tüketimin, doymazlığın gölgesinde görebiliyorsun duyuşlarımı?

Kördüğüm bu… Her bir yitiriş sonrası düğümlenerek körleşen bir gidişatın unuttuğu sana sesleniyorum…

Sana…

Orada mısın?”