“Seni ne zaman bıraktım bilmiyorum. Anılar öylesine gelip geçiyor, ama biraz silik, biraz yorgun, anlamsız bir zamanı sarıp sarmalar gibi, saklar gibi. İki kişilik bir yalnızlıktı aslında. Yan yana sessizce otururken, bir film izlerken ya da kahve içerken bir eylemi paylaşıyorduk. İçerik peki? Duygularımız? Bu kadar farklı iki kişinin nasıl bir araya geldiğini, nasıl bu kadar uzun bir beraberlik yaşadığını bazen anlamıyordum. Üzerinde çok düşündüğüm de söylenemezdi.

Belki bir çeşit hainlik olarak bakarsın bu duygularıma. On beş yıl geçirdik birlikte. Her zaman yanımdaydın, beni el üstünde tuttun, dostum, sırdaşım, sevgilim oldun. Bense bir kedi yavrusuna göstermiş olduğum şefkati göstermedim sana. Neden diye sormadın, sitem etmedin. Günler akıp gidiyordu. Hayat günlük rutinler içinde bir seyir malzemesiydi sanki. Yanımda biri vardı işte. Gerisi o kadar da önemli değildi.

Oysa sen? Yaşamında en önemli şeydim ben. Senin için en güzel kadındım. En çok iltifatı, sevgiyi, toleransı, hediyeleri, özgürlüğü, kıskanılmayı hak eden bendim. Öylesine şımartıyordun ki beni, bu şımarıklıkla nereye kadar gideceğimi düşünmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Köle ve efendi gibiydik.

Haydarpaşa garına yukarıdan bakan köprüye yaslanmış, öylece duruyordu. Gözleri önce ufuktaki kızıl topa takıldı. Ufukta gitgide alçalan ve bulutların ardına saklanan kızıl topa. Sonra raylardaki yansımalara daldı. Bakır rengi, iç içe geçen, uzayıp giden çizgiler. Desen desen, kıvrıla kıvrıla uzayan raylar. Sağdan soldan hızla geçen gölgelerin ortasında sessiz, kilitlenmiş, hipnotize olmuş, öylece duruyordu. 

Aniden bırakıp gitmişti onu. İçindeki boşluğu başka yerde, başkasında, başka rüyalarla doldurmak istemişti. Bir şey sormamıştı adam. Peşinden gelmemişti. Parçalanmıştı, yüreği yanmıştı ama sessizce ağlamıştı arkasından. O boşluk dolmamıştı işte.

Bir rüyadan uyanmış gibi silkinip etrafına bakındı. “Tek başınalık mı, yalnızlık mı?” diye düşündü. Akşamın soğuk esintisinde birkaç serin damla çarptı yanağına. Paltosuna sıkı sıkı sarıldı. Gözlerini isteksizce ayırdı raylardan, Haydarpaşa binasından. Hava kararıyordu. Kalabalık caddeyi geçti. Rıhtım caddesinin dar sokaklarından ve eski yüksek binaların arasından, sanki her şeyi ilk defa görüyormuş gibi etrafına bakarak yürüyordu. Camlardaki yıpranmış dantel perdeler, yeni yeni açılan kafeler, gevezeliğe dalmış gençler, miskin miskin pencere parmaklıklarına yayılmış sokak kedileri film şeridi gibi geçiyordu önünden.

“Tek başınalığı beceremedim işte.” Bir fırsattı aslında tek başınalık. Ama tek başınalıkta kendini yaratamamıştı. Kendini çözümlemek, yaşamını bir şeylerle doldurmak gibi kaygıları yoktu. Kimsenin elinden tutmamış, kimsenin acısını, sevincini paylaşmamış, dost eli uzatmamıştı. Yalnızca o çok büyüttüğü egosuyla insanlara yaklaşmış, buz gibi kalbi yalnızca karşısındaki kişiyi üşütmüş, kırmış ve uzaklaştırılmıştı. Uzanan bir dost elini tutmayı bile becerememişti. Şimdi bu yıpranmış binaların arasında geçmişini ararken, dünyanın dengelerinin nasıl acımasız olabileceği gerçeği bir tokat gibi yüzüne vurulmuştu. 

Soğuk havayı iliklerine kadar hissederek bir kapının önünde durdu. Titreyen elleri eski bir zile uzandı. Sonra demir kapının aralık olduğunu fark edip içeri girdi. Kenarları oval taş merdivenlerden yavaşça yukarı tırmanmaya başladı. Soluk bir ışık ahşap kenarları yıpranmış ferforje tırabzanları zoraki aydınlatıyordu. Bu sessiz karanlık binada çekingen ayak seslerinin silik yankısını dinledi. “Bir kat, iki kat, soldaki kapı.”

Dairenin kapısını yavaşça itti. Hafif bir müzik sesi geliyordu bir yerden. Aralık bir pencereden dışarının soğuğu hissediliyordu. Bir mumun titreyen ışığına kaydı gözü. Kimse yaşamıyor gibiydi evde. Kapıyı arkasından kapattı ve köşedeki döşemesi eskimiş berjere oturdu. Gözlerini kapadı. Orada olduğunu biliyordu. Hâlâ onu beklediğini biliyordu. Pencere hızla kapandı ve mum söndü. İrkilerek ayağa kalktı, arkasını döndü. Çok iyi tanıdığı siluet ordaydı, sessizce kendisini izliyordu. Gözlerinden iki damla yaş birleşen ellerine düştü. Müzik çalmaya devam ediyordu.