Muhtar taşlı bölgeyi işaret ettikten sonra ilgisizce “Aha orası!” deyip telefonuna sarıldı. Taşların arasında dolaşıp dedemin mezarını bulduk. Babam aksaya aksaya geldiği mezar taşına başını dayayıp bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Gözyaşları kırçıl sakallı yanaklarından mezara yağmur gibi yağıyordu. Dedemin tuğlalarla örülü mütevazi mezarı yabanî otlarla kaplı arazinin ortasında öylesine bir sıradanlık içindeydi ki babam hiç durmadan övdüğü o yüce insanın öldükten sonra böylesine sıradan bir mezara sahip olmasına ağlıyordu belki de, bilemiyorum. Şımarık ağustos böcekleri hıçkırıklarını bastırmaya çalışırken bir ara “Mecbur kaldık!” diye mırıldandı babam. Abimle göz göze geldik. Yüzünde şaşırmaktan ziyade her şeyin bilgisine sahip olgun bir adamın ifadesi belirdi. Babamın omzunu sıvazladı. Bense babamın mecbur kalmaktan bahsederken kastettiği şeyin ne olduğunu bilmediğimden kundaktaki bir bebek gibi boş boş etrafa baktım. Kokusu ortalıkta dolaşan bir sırrın varlığı havalanıp havalanıp hücrelerime doluyordu sanki. Mecbur kalınan şey neydi?

***

Haftalardır hiç durmadan yağan karı izliyordu pencereden Serap. Bir yandan da ayağıyla beşiği sallıyordu. Kahvaltıyı hazırlamış, eşini daireye çocuğunu da okula yolladıktan sonra eline demli bir çay alıp pencerenin önüne kurulmuştu. Küçük oturma odasının öte tarafında hüzünlü bir müzik çalınıyordu kulağına. Çıtır çıtır yanan odunların ateşi sobanın deliklerinden evin tavanını parlatıyor, kovanın içinde duran yanmaya hazır çam odunlarının kesif kokusuysa yorgun yorgun odaya yayılıyordu. Serap’ın yüreğinde her zamankinden daha büyük bir sıkıntı vardı o gün. Bir gece önce Hasan’la yaptığı olağan tartışmanın her ayrıntısı ikide bir aklına düşüyor, “Gidelim buralardan Hasanım” diyen incecik sesi bir urgan gibi kendi boynuna dolanıyordu. Dağları dünyanın en güzel çam ağaçlarıyla kaplı K şehri çürüyordu kaç zamandır. Tarlasını bahçesini satıp da kamyon kasalarına doluşanlar ya da başkentten tanıdık bürokratları devreye sokup da uslu kıyı şehirlerine tayin çıkartan memurlar şehri terk ederken arkalarına bile bakmazlardı. Umutlarına bakarlardı, neşelerine bakarlardı da geride kalanların gözü yaşlı yalnızlıklarını umursamazlardı. Devlet dairesindeki memurluğuna devam eden topal Hasan bunlardan olmak istemiyordu işte. Kaçmak istemiyordu. Sanki doğuştan aksayan bacağından dolayı kendisine topal diyenlere inat kahraman olmak istiyordu.

Şehir sessizleşiyor, dışarı çıkma saatleri geriliyordu. Sokaklar boşaldıkça doğanın kanunları tecelli ediyor, beyaz örtüyle kaplanmış ormanın karanlık dehlizlerinden kurt ulumaları duyuluyordu. Hatta soğuğun yaşam şartlarını iyiden iyiye bastırdığı zamanlarda yaban kurtları el ele şehrin sokaklarına iniyor, başıboş sokak köpeklerini ya da köşe başlarında bekleyen hüzünlü yaşlı insanları mideye indiriyorlardı. Ancak çam ağaçlarının kovuklarından, tepelerin ardındaki tavanı basık mağaralardan, gizli saklı deliklerden şehre başka yüzler de yayılıyordu. Bu yüzleri kimseler göremiyordu ama varlıkları sözcüklerde anlam buluyordu. Sözcükler yüzü olmayan adamların gerçekliğini gösteren bir nişana dönüşüyorlardı. Herkesin derin uykulara daldığı, çocukluk travmalarının birer birer yüzeye tırmandığı ve renkli rüyaların tüm bu travmaları maskelediği saatlerde yüzü görünmeyen adamlar şehre hükmediyorlardı. Önceden belirledikleri ve gizli şifrelerle süsledikleri kapıları tüfek dipçikleriyle ziyaret edip yastıkları ve yorganları hınçla eziyorlardı. Genç kızların naftalin kokulu çeyizlerinden hayaller çalıyorlardı. Tandır ekmeği yapmak için evin kuytularında saklanmış un çuvallarını sırtlayıp geldikleri yoldan karanlığa karışıyorlardı. Bazense ellerindeki sihirli demirlerle gündüzü kızıla boyarlardı. Eli kınalı anneler soğuktan zangır zangır titreyen balkonlarda ya eşlerinin ve çocuklarının ya da ulakların yollarını beklerlerdi böyle olunca. Ulakların gelmediği evler bayram yerine dönerdi çünkü onlar evlere sadece boşluk ve keder getirirlerdi. Balkonlardan kaldırımlara dualar düşüp paramparça olurdu da soluklar buhar olur uçardı. Sokağa çıkma yasakları sadece fazla mesai yazdıran belediye işçilerine yarardı. Çünkü hayat dediğimiz şey sırf rolüne devam etsin diye birilerinin sağa sola bulaşan kötülüğün izlerini temizlemesi gerekiyordu.

Serap’ın pencerenin önündeki mesaisi de arada bir kundağa sarılı bebeğin çığlıklarıyla kesintiye uğruyordu. Derken, hoparlörlerden altıdan sonra sokağa çıkma yasağının uygulanacağı ve o saatten sonra dışarıda olmanın tehlikelerinden bahseden bir duyuru yapıldı. Pencerenin pervazlarına vuran kurşunî gökyüzü bir kıyamet senaryosunun filme çekilmiş sahnelerinde olduğu gibi gitgide kızarmaya başlıyordu. Serap memesinin ucunu bebeğin ağzına dayadığı halde bebek ağlamaya devam ederken perdenin öte yanında bir takım gölgeler birbirini kovalıyor, sonra etrafı saran alevler gölgelerle birlikte sisin içinde ya da karların altında yitip gidiyordu. Saat yediye doğru gelirken kapı çaldı:

– Güm güm güm!

Serap irkildi. Kapıya inen telaşlı yumrukların arasına Hasan’ın sesi karışıyordu. Bir aksilik olduğu belliydi. Hemen kapıya koştu. Hasan’ın kaşlarında ve bıyıklarında buzdan sarkıtlar oluşmuştu. Henüz ilkokula giden Mutlu’nun üstünden başından donmuş kan parçaları dökülüyordu. Serseri bir kurşun sağ kulağını sıyırıp geçmişti. Bütün gece Mutlu’nun kulağını sarıp feryat figan ağladı Serap. Bir yandan da “Görmüyor musun Hasanım? Bu alevler bir gün evimizi başımıza yıkacak” diye durmadan bağırıyordu. Zihninden sonunu bir türlü kestiremediği planlar geçiriyordu. Durduramadığı, çocuklarını en kötüsünden sakınan, yeşillere karışan planlardı bunlar. Hasan’ın boynu çaresiz bir ağacın incecik dalı gibi bükülüyordu bükülmesine ama ne köyde bir başına yaşayan ve haftada bir de olsa ziyaret ettiği babasını yalnız bırakmak ne de memleketinden uzakta bir toprakta uyanmak istiyordu güne. Zaten babası da daha önce “Burada doğdum, burada öleceğim!” diye söylemişti söyleyeceğini.

Hiç dinmeyen kaosun içinde evler hapishane, pencereler demir parmaklık, boş duvarlarsa takvim yaprağıydı. Gökyüzünün yarı karanlık olduğu saatlerde ilikleri donduran soğuk eşliğinde sessizce uyandı Serap. Akşamdan kalma gözyaşlarının hâlâ kurumadığını zannedip şaşırdı. Sonra Mutlu’yu uyandırdı. İltihap kapmasın diye doktora gideceklerini ama babayı uyandırmaya gerek olmadığını söyledi fısıltıyla. Gardırobun arkasındaki tahta bavulun içine bir şeyler doldurup Mutlu’nun eline tutuşturdu. Kundaktaki çocuğu battaniyeye sımsıcak sarıp kucağına aldı. Kapıyı arkasından kapatırken eve son bir defa baktı. Bir kolunda bebek, bir elinde Mutlu, Mutlu’nun elinde kendinden büyük bavul tren istasyonuna doğru yürümeye başladılar. Sis gökyüzünden sokaklara bir kader gibi iniyordu. Serap sanki yıllarca emek verdiği evini geride bırakmıyormuşçasına yüzüne bir gülücük kondurdu. Ancak bu gülücük sanki soğukla birlikte donmuş da sırf Mutlu için buzdan bir maskeye dönüşmüştü. İstasyondaki banka oturup bir sonraki treni beklemeye başladılar. Trenin ışıkları ağzını ve iki gözünü açmış bir kurt gibi istasyona gelip çöktü. Serap ayağı kalkıp trenin kapısına doğru yöneldi. Ancak tam trene binecekken istasyonun ana kapısından trene doğru hızlı adımlarla bir adamın geldiğini gördü. Ağzında sigaranın ateşi… Öteki elinde küçük bir valiz… Bir ayağı aksıyordu.

***

Bir kaç hafta civar köylerde ve yaylalarda dolaştıktan sonra son gün bir daha mezarlığa uğradık. Babam dedemin mezarı başında köy imamına dua okuttu. K şehrinin bu ücra köyünü terk ederken nefes nefese anlatmaya devam ediyordu. Abimin sağ kulağındaki yara izine baktım. O yaşıma kadar bana hep bir berberin gafletine uğradığını söylemişti. Hâlbuki sır onun yarasında saklıymış.