“Çok karanlık bir cümlede durmuş gibiyiz…”

Edip Cansever

Bu çiçekler senin için. En sevdiğim nergis çiçeklerini, yerine de kokluyorum. Mezar taşının üzerindeki tarihe bakıyorum. Kayıplar ülkesinin yerlisi oldun, zaman hızlı geçiyor. Susuyorsun. Her geldiğimde küçük defterimden sana dair yazdıklarımı okuyorum. Bilirsin yazmak, ölülerle konuşmanın en basit yolu. Karşılık veremesen de, sesini duyamasam da, beni duyduğunu hissediyorum:

“Uzaklar, onu söyleyenden ne kadar uzaktır ya da uzaklığın birimi ne ile ölçülür? Sanırım bunun tek doğru bir cevabı yok. İnsanın durduğu yer ile olmak istediği yer arasındaki uçurumu düşünebilirsin bu noktada. Ah tabii, hasretin bitmeyen türküsünü de eklemelisin oraya.

Günler öncesinde, mutfak penceremin karşı tarafına yansıyan, yokuşlu yolun başında bir inşaat başladı. Nicedir beton kırma makinesinin sesiyle yatıp kalkıyorum. Buralarda boş alan bırakmadılar, her yere koca binalar, devasa alışveriş merkezleri yapıyorlar. Balkonda kalan tek yeşil manzaram da, birkaç yıla kadar beton yığınıyla dolacak belli. Bu var oluşu betonlaşan insanın, gittikçe artan kıyımı betonlaştırıyor hislerimi. Donuklaşıyorum. Bazen sadece balkondaki sandalyemin yönünü, uzaktaki altın sarısı tarlalara çeviriyorum. Bulanık uzakları düşünüyorum. Uzaklar belirsizliktir, düşündükçe dibe çökersin demişti bir arkadaşım. Çok dalma! Beton kırma makinesinin sesi artıyor. Yokluğunla geçip giden günlerde, o kırılan yere yeni bir apartman temeli atmaya başladılar. Sana olan özlemimi, zamanın hızlı geçişini harıl harıl çalışan inşaat işçilerinin alın terlerinde görüyorum sanki. Senden kalan boşluğa ben, ne başka bir yapı, ne de başka bir gövde dikebildim. Boşluğunda yuvarlandım durdum, yönümü kaybettim, tanımsızlaştım, boşluğun siyah kıvamını yakinen gördüm. Sarı defterime kurşun kalemlerle uzun yazılar yazdım, sana seslendim ve hissetmeni diledim…

Balkonun camlarına tüneyen, baştankara kuşlarıyla arkadaş oldum. Yeni hikâyeler yapıştırdım boşluğuna, yeni yüzler, yeni fotoğraf çerçeveleri, yeni alışkanlıklar ekledim. Büyük balkonumun bir köşesine minik bir bahçe yaptım. Mor petunyalar, beyaz orkideler, uslanmaz sarmaşıklar, yelken çiçekleri, sukulentler ve kaktüsler… Yokluğunun, özleminin büyüklüğünü onları yetiştirirken de ölçebilecektim. Sesini duymayalı mor petunyaların tomurcukları açmaya başladı, orkidenin beyaz çiçekleri kurudu, yelken çiçeğinin boyu uzadı. Bir gün, balkonda onlara su verdikten sonra bir baştankara kuşu yanaştı pencerenin pervazına. Yemini yedikten sonra, ‘Özleminin yerine daha çok alışkanlık koymalısın. İçindeki özlem büyük ve hâlâ gözlerini buğulandırıyor, saklayamıyorsun’ dedi. Sonra uçup gitti, gökyüzünün en koyu mavisinde kayboldu. O giderken, günler sonra ilk kez ağlamaya başladım. Ağlayabilsem belki çoktan rahatlardım, kabullenirdim tüm olanı ve bitmeyeni. Baştankara hikâyelerde, özlemler sürüklenirdi, solan ümitler yok olurdu, kayıp hissi büyük gözleriyle bakardı. Ama artık kendime acımaktan vazgeçmiştim yoksa nasıl yaşardım ki?

Baştankara kuşu haklı, daha çok alışkanlık koymalıyım boşluğuma, daha az dinlemeliyim içimde büyüyen sesleri. Kalbimin derinliklerindeki masum kız çocuğu, bu dünyaya ait değil. Duygusuz, nefessiz bir robot yaratmak istiyor şimdiki bozuk çağ. Ona direnenleri de yok sayıyor. Ben yokum aslında, yok, aynı senin gibi. Geceleri tamamen kayboluyorsun çünkü evimde ışıklar kapanıyor ve yattığım odada karanlık gözlerimin en derinine inerken, yeniden ulaşmaya çalışıyorum sana. Sonuç hiç değişmiyor, kapılar kapalı, sen yine yoksun. Dilsizler ülkesi çok mu güzel?

Yorgun bir bedeni yaşamaya itelemek ve hayatın getirdikleriyle mücadele etmek için her sabah güneşle konuşuyorum. Geçen sabah, inanmayacaksın ama güneş bile bana yanıt verdi: ‘Bana baksana, ben her gün kendi enerjimi kendim üretiyorum, doğuşumdan hiç mi ilham almıyorsun! Diye beni payladı. ‘Benim gibi olsana, kimseden bir şey beklemeden kendi enerjini kendi içinde bul ve onu büyütmeye çalış. O yüzden ben, bu sistemin en güçlü yıldızıyım,’ dedi. İrkildim. Sonra, ‘Pencereye yaklaş, uzat avuçlarını,’ dedi yüksek sesle. Ellerimi uzattım ona doğru. Avuçlarıma görünmez ışık tozlarından döktü. ‘Kendini bir çıkmazda hissettiğin zaman avuçlarına bak, o karanlığın içinde parlayan güneş tozlarını yalnızca sen göreceksin.’ Dedi. Kendimi karanlığın en dibinde hissettiğimde, avuçlarıma bakıyorum, parıldayan güneş tozlarını yalnızca ben görüyorum. İşte bu da yeni alışkanlıklarımdan birisi.

Suskunlukların en derinine gömüldün, beni duymayan bir hayale hâlâ anlatıyor olmam, içimdeki acının büyüklüğüne bir teselli yalnızca. İnşaattaki beton kırma makinesinin sesi yükseliyor yine. Yoldaki sıkışık kafile, boşluklarıyla yüzleşmemek için her bir zaman parçacığını doldurma telaşıyla geçip gidiyor. Geçip gidiyor. Bir gün o karşıdaki tırmalayıcı ses bittiğinde, oraya büyük bir apartman dikildiğinde sana yazma, anlatma hevesim de geçer diye ümit ediyorum. Artık sonsuz uzaklığımızın farkındayım, Rango. Seni hep gülümseyen yüzünle anıyorum kalbimde.”

Titreyen sesimle gözyaşlarımı daha fazla tutamadım. Defteri kapattım ve çantama koydum. Cebimden çıkardığım kâğıt mendille gözlerimi sildim. Yas çiçeklerini toprağın üstüne dağıttım. Ayağa kalktığımda hayalin yine karşımdaydı.