Onun söylediği türküyü mırıldanarak neşe içinde eve doğru yürüyorum.
Şu garip halimden bilen, işveli nazlı / Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen
Tatlı dillim, güler yüzlüm, ey ceylan gözlüm / Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen, neredesin sen
“Yaz abla yaz!” deyişi hala kulaklarımda.
Aylar önce taşındım bu mahalleye. Yıllarca yaşadığım şehirde site içinde güvenli bir hayatım vardı. İşim gereği apar topar İstanbul’a gelmek zorunda kaldım. Ev bulmak bir sorun, uygun fiyata bulmak ayrı sorun… İş yerime yakın diye emlakçının önerdiği bölgelerden birinde, şehrin göbeğinde, Sanayi Mahallesi’nde, marangozların, tekstil atölyelerinin, pimapencilerin, oto tamir ve yıkamacılarının arasına serpilmiş tek tük apartmanlardan biri aklıma yattı. Yedi katlı, otuz beş daireli bu apartmandaki evin fiyatı keseme uygundu, bina yeniydi, iş yerime yürüyüş mesafesiydi, metro durağına da çok yakındı, tüm şehri toplu taşımayla gezebilirdim. “Daha ne olsun?” diye düşündüm. Hemen imzaladım kira sözleşmesini.
İlk günler her şey çok iyiydi. Yerleşme telaşı bittiğinde taşınma iznim de bitmişti. Hemen işe başladım. Sabah evden çıkar çıkmaz şehrin koşuşturmasına doğrudan dâhil oluyordum. Evden çıkıp ana yoldaki iş yerime doğru yürürken gördüğüm manzara; atölyeler açılmış, mal teslimatı için kamyonlar iş yerlerinin önüne yanaşmış, elemanlardan bazıları erken gelmiş çay-sigara içiyor, bazıları simit çayla kahvaltıda… Kağıt toplayıcılar da işinin başında, ne de olsa gün boyu işe yarar malzeme bulma imkanı çok bu bölgede. Kuaförler açılmış, civarda çalışan insanlara hizmet etmeye başlamış. Bakkal, manav, kasap tekmili iş başında… Kimse ağırdan almıyor, herkes yaptığı işi telaşla, aceleyle yapıyor, sanki bir yarış halindeler, geride kalanın yok olacağı… Tempoyu yadırgasam da kısa sürede alıştım. Akşam eve gelirken ihtiyacım olan şeyleri artık birbirimize aşina olduğumuz esnaftan temin ederek eve kapanıyor, biraz okuyup televizyon izleyerek hafta sonu yapacağım programların hayaliyle günü bitiriyordum.
Her şey yolundaydı ta ki onu farkedene kadar… Ara sıra gözüme çarpıyordu, evin köşesindeki kahvehanenin önünde birileriyle konuşuyor, tek başına telefonuyla meşgul oluyor ya da öylece oturuyordu merdiven basamaklarında. Tuhaf bir tipti. Kısa boylu, çok zayıf, avurtları çökük, saçı omuz hizasında, gözleri fıldır fıldır, sürekli siyah pantolon-gömlek giyen bir adam… Her önünden geçişimde tepeden tırnağa süzdüğünü hissediyordum. Önceleri çok umursamadım, mahalleye yeni gelen biri incelenir, normaldir dedim. Ama bunun incelemesi hiç bitmiyordu, ben de her seferinde adam bakıyor mu diye kolaçan ederken gözlerine yakalanıyordum. Zamanla sinirime dokunmaya başladı, dik dik bakmaya ya da söylenerek ve sinirle başımı çevirmeye başladım. Sonrasında elimden geldiğince bakmamaya çalıştım ama ordaydı, biliyordum. İşin ilginci artık o da bakmıyordu ama biliyordum beni görüyordu. Kaç yaşında olduğunu tahmin etmek güçtü ancak benden en az on yaş küçük olduğu belliydi. Niye hep buradaydı? Hafta içi sabah- akşam anlamıştım da hafta sonlarında da ne zaman sokağa çıksam, ya da geç saatte eve dönsem karşımdaydı. Bazen yolumu değiştirip başka sokaktan gideyim diyordum yine bir köşeden çıkıyordu. Mahallede tanımadığı yok gibiydi, farklı insanlarla konuşurken görüyordum. Bazen çok sinirli oluyor, bağırıp çağırıyordu. Bazen koşturma halindeydi. Keşke tanıdığım biri olsa sorsam kimdir, necidir derken pandemi günleri geldi çattı, evden çalışmaya başladım. Sevinmedim desem yalan olur. Şu garip adamı görmeyecektim bir süre, nasılsa bir kaç ay içinde durum düzelir, adam da çeker giderdi belki bir yerlere.
Ama öyle olmadı. Evden çalışmaya devam ediyordum. Katı sokağa çıkma kuralları kalktıktan sonra sıkıntıdan ve hareketsizlikten ölmemek için sabah işe başlamadan, öğle tatilinde ve akşam iş bitişi sürekli sokaklardaydım artık ve o da her köşede karşımda. Bir keresinde elim kolum paketlerle dolu eve yürürken sendeleyip düşecek gibi oldum bir baktım dibimde bitiverdi, elini bana doğru uzatmış bir şey söyleyecekken nasıl baktıysam artık arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Semtin sokakları ikimize birden dar geliyordu artık. Onun da durumdan rahatsız olmaya başladığını farkettim. Artık beni görünce kaçan ya da bakışını kaçıran o oluyordu. Kimdi, neyin nesiydi, hem çok zavallı hem de çok özgüvenli bir hali vardı sanki. Özgüveni bu sokakları çok iyi bilmesinden olabilirdi, zavallı görünümüyse kılık kıyafeti, bedeninin zayıflığı ve bakımsızlığıyla alakalıydı belki de. Niye bu kadar takmıştım kafama? Kötülük yapacak biri olsa bu mahallede barınabilir miydi ki? Hemen herkesle muhabbet halindeydi, birilerine sorsam yanlış anlayabilir ya da ona yetiştirebilirlerdi.
Hazırlanıp evden çıkarken iç sesim hemen gevezeliğe başlıyordu:
Şimdi yine çıkacak karşına…
Sapık mı acaba? Bir garip bakıyor…
Hırlı mı hırsız mı ne? Ya evimi öğrendiyse ve ben yokken içeri girerse…
Kılığı kıyafeti de bir garip…
Sonra kendi kendine muhalefete geçip:
Amma abarttın ha! En sevdiğin sanatçılardan biri sürekli siyah giyiyor, ona bir şey demiyorsun.
Adam sana bakmıyor bile son zamanlarda…
Sen yoluna git sana ne ondan…
Dağ başı mı burası, İstanbul’un ortası biraz rahat ol…
Ama yok olmuyor, yine tedirgin çıkıyorum evden, sokağa adımımı atınca etrafıma bakınıp oralarda mı anlamaya çalışıyorum. Göremediysem hızlı hızlı ana caddeye doğru yürüyorum. Arkamdan gelen her ayak sesi onun tarafından takip edildiğim duygusu veriyor.
Ciddi ciddi kontratımın dolmasını beklemeden evi değiştirmeyi düşünmeye başlamıştım. Ama bu akşam düğüm çözüldü…
İş çıkışı bir arkadaşımla bir şeyler yedik evin yakınındaki alış veriş merkezlerinden birinde. Saat dokuzda ayrıldık. Ben her zamanki gibi yürümeyi tercih ettim. Bizim sokağa girince keşke taksiyle gelseydim demedim değil. Evime giden dar ve iyi aydınlatılmamış sokakta ürkek adımlarla yürürken duydum o sesi. Birisi saz çalıyordu. Neşet Ertaş’ın en sevdiğim ezgileri sokağı doldurmuştu. Söylemeye başladığındaysa olduğum yere çakıldım. Hemen önünden geçtiğim kahvehanenin bodrum katından geliyordu ses. Nasıl tok bir ses, nasıl yürekten söylüyor anlatılır gibi değil. Pencerede bir boşluk bulup içeriyi görmeye çalıştım, başardım da, oydu, o güzel ses ondan geliyordu. Önce bakakaldım, sonra keyifle dinlemeye başladım. Türkü bitince kafasını kaldırdı ve göz göze geldik. Şaşkın şaşkın baktı önce, sonra fırladı yerinden. Kalbim deli gibi çarpmaya başladı, yerimden kıpırdayana dek epey vakit geçmiş olmalı ki karşıma dikiliverdi.
“Abla bir dakika, korkma, bi konuşalım. Sen benden rahatsız mı oluyorsun?”
“Ben mi? Şey, yani ne bileyim her yerde karşıma çıkıyorsun.”
“Ben burada yaşıyorum. Bak abla ben seni mahalleye taşındığın günden beri görüyorum, iyi bir insana benziyorsun ama benle ne alıp veremediğin var anlamadım. Ters ters bakıp duruyorsun. Bir gün elinde paketlerle yürürken düşecek gibi oldun, yardım edeyim dedim neredeyse bi dövmediğin kaldı.”
“Benim senle ne alıp veremediğim olacak, baktığım her yerde sen varsın, gözün sürekli üstümde, asıl senin derdin ne?”
“Ne derdim olsun ablacım? Ben doğma büyüme buralıyım. Otuz beş yaşındayım, on beş yıldır mahalleden dışarı adımımı atmadım. Herkes beni ben herkesi tanırım. Sorsan söylerlerdi.”
“Bense hem bu sokakların hem de bu şehrin yabancısıyım. Sürekli yoluma çıkıp gözünü üstüme diken birinden korkmam doğal değil mi? Hem sen neden çıkmıyorsun bu semtten?”
“Uzun hikâye abla, başını ağrıtmayayım.”
“Aşk mı?”
“Nerden bildin? Evet. Çok sevdim zamanında. O da çoğu gibi tipimi beğenmedi. Kimselere söylemedim. O da benim aşkımdan o kadar utandı ki, ya da o kadar önemsemedi ki kimselere söylemedi. Kimse bilmez yani bu durumu, şimdi sana niye söylüyorsam?”
“Burada mı oturuyor o da? Evlendi mi?”
“Evlendi, iki de çocuğu oldu. Nadiren karşılaşıyorduk. Yanlış anlama onun nerede oturduğunu bile bilmiyorum. Annesi üç sokak ötede oturuyordu ölmeden önce. Arada gelirdi. Uzun zamandır gelmiyor. Evlenmeyi hayal etmiştim onunla, kızımız olsun adını da Türkü koyalım diye. Ona açıldığımda attığı kahkaha hâlâ kulaklarımda. Ya abla nerden geldik bu konuya? Neyse, demem o ki bu tipimden çok çektim. Ev sahipleri evini kiraya vermedi zamanında, türkü barlarda yine tipten kaybettim iş vermediler. Çıkamadım bu mahalleden. Şimdi bu kahvehanede çalışıyorum, geceleri de bodrum katında kalıyorum.”
“Sesin ne güzel, çok da güzel çalıyorsun. İsmin ne senin?”
“Cemal! Şaka gibi değil mi? Ben sazımla, türkülerle duruyorum ayakta. Dinliyorum, söylüyorum… Bir de kapalı mekânlarda pek duramıyorum. Yatmadan yatmaya giriyorum kaldığım yere, ev demeye dilim varmıyor görüyorsun şu soğuk bodrum katını. Bazen sabaha kadar sokaklarda, kendime çizdiğim sınırların içinde dolaştığım da olur. Korkma bu semt güvenlidir, kimseden zarar gelmez sana, hele benden hiç gelmez. Ne demiş Neşet Baba, ‘Nerede bir türkü söyleyen insan görürsen korkma, yanına otur. Çünkü kötü insanların türküleri yoktur!’ Geç oldu ama hoş geldin mahallemize. İlk geldiğinde söylemek isterdim ama malum yanlış anlaşılıyor. Vaktin olduğunda buyur gel bir kahvemizi iç. Artık hakkımda kimselerin bilmediği şeyleri biliyorsun ne de olsa.”
“Oh bee, nasıl rahatladım bir bilsen. Benim adım da Hülya. Ne diyeceğim bak, o kadar güzel anlattın ki kendini, hikâyeni… Keşke yazsan.”
“Ben yaşadım, yazması sana kalsın abla, geç oldu hadi sağlıcakla…”
“Bak, yazarım haa!”
“Yaz abla yaz…”