Dar dipsiz, kör bir kuyuya düşmüşüm. Duvarlarında ıslak sabun kayganlığı ve pürüzsüzlüğü. Tutunup da kendimi yukarı çekebileceğim tek bir çıkıntı çarpmıyor ellerime. Kuyunun karanlık duvarlarına çarpa çarpa döndükçe hızlanan topaç gibi dönüp duruyorum boşuna. Bağırıyorum avazımın çıktığı kadar. Sesimi duyurabileceğim bir tek Allah’ın kulu bile yok. Ünüm kör kuyuda boğulup da yitince dizlerimin üstüne çömelip kabulleniyorum bitişimi. Derken dipten fışkıran bir fidanın en uç dalındaymışım gibi yükselmeğe başlıyorum. Ayaklarımı yerden kesen şeyin fidan dalı olduğundan da emin değilim aslında, öyle tahmin ediyorum. Süratle boylanarak beni yukarılara çıkaran bu nesne her neyse bir serçe tutuşuyla ayak parmaklarım sarılıyor ona. Dengemi korumaya çalışarak, üstüne bastığım şeyle birlikte uzun süre filizleniyoruz. Demir kapak engeline takılana dek devam ediyor irtifamız. Ellerim ve başımın üçlü hamlesiyle altından ittiriyorum kapağı. 

 Dar kuyudan çıkış anım. İlk adımın müjdesi. Dizlerimin üstüne çöküp aranıyorum kuyu ağzında. Görmesem de dokunmak istiyorum kurtarıcıma. O sırada gürültüsünden anlıyorum bir şimşeğin çaktığını. Ardından gözlerimde ani bir ışıklanma ve o ani ışıklanmada kendi yüzümün görüntüsü. Çökmüş avurtlar, çatık kaşlar, solgun kavlamış dudaklar, akına kakılmış safirin parlaklığını yitiren gözler, pejmürde gümüşi saçlar ve üstüne basarak dipsiz kuyudan kurtulduğum dar, çıplak omuzlar…

 Genetikten miras diyabetin nursuz bıraktığı gözlerim, sekiz aydır sık sık görüyor oldu bu rüyayı. Gündüzlerimin kabusunun, gecelerime yansıması. Bilinçaltının oyunları işte. Gittikçe daralan ateşten çemberin ortasındaki iğnesi kendine dönük akrep misali her an kendini soktu sokacak birinin, kendini dipsiz kuyuların çıkmazında görmesinden doğal ne olabilir ki? Rüyamın sonuna aptalca anlam yüklemek de boşuna. Omuzlarımın o kadar güçlü olduğunu sanmıyorum zaten. Düşündüğüm tek şey var, kurtuluşum karanlıktan aydınlığa değilse, en iyisi kökünden çözüm. Ölüm, bazen en kahraman kurtarıcıdır, kısa yoldan. Kalamadığı bir köyden bir şehirden, kalamadığı bir evden bir mekândan hatta kalamadığı bir dünyadan diyelim çekip gitmesini bilmeli insan. 

 Ömrümün yirmi beş yılını mutlu, mesut geçirdiğim evim dar gelmeye başlayınca, elli yıllık yaşantıma ev sahipliği yapan koca dünya da düştü gözümden. Sabahları uyanıp hayata karışmak içimden gelmiyor artık. Kahvaltıda, akşam sofralarında, gün içinde içtiğim acı kahvelerde yalnızlığın bana eşlik ediyor olmasından çok sıkılır oldum. “İyi günde kötü günde, sağlıkta hastalıkta” diye altına imzalar atılarak verilen sözler, ölmüş birinin yerine getirilmeyen vasiyeti gibi unutulup gitti. Ne büyük laflar etmişti oysa Tarık, karanlığımın ilk bastırdığı günlerde. “Benim gözlerim, ikimize de yeter. Bundan sonra benim gözlerimle göreceksin dünyayı, Ece.” Büyük lafların cambazı o zaten. Hayatın, romanlarda olduğu gibi yaşandığını sanıyor kendince. Natalya, yardımcı diye evimize geldiği güne dek sözünü tuttu kocam, hakkını inkâr edemem. İki ay boyunca elimi elinden bırakmadı hiç. Her gece uyumadan önce kitaplarımı okudu, kulağıma güzel sözler fısıldadı, en önemlisi de sırtıma sarıldı her gece. Derinden hissettirdi arkamdaki varlığını. Hayat böyle de yaşanabilirmiş dedim. Varsın görmeyivereyim renkleri, körlük, yalnız kalınca çekilmez olur diye de avuttum kendimi. Uzun sürmedi, her mutluluk gibi tükendi bir çırpıda. 

 “Ayaklarının üstünde durmayı öğrenmen lazım” nasihatiyle attı aramızdaki buzdan duvarın soğuk temellerini. Natalya’nın, kendisine ayırdığımız bol güneşli odada serpilip yayılarak, yatak odamız dahil evimizin her köşesini sarmaşık gibi sarışını, Tarık’ın da avare bir arı misali yeşil yaprakların arasından bir açılıp bir kapanan sarı güllere doğru kanatlanışını sezinlemişim zaten. Gururuma yedirip dile getiremiyordum sadece. Dile getirsem de neleri ispatlayabilecektim sanki. Körün görgü tanıklığından öteye geçmezdi herhalde sezgilerim. Belki de bu halimle sorgulayacak hakkı bulamadım kendimde. Bencillik olur diye düşünmüş olabilirim. Kimseyi karanlığıma sürükleyeyim istemem. Kıskançlık gibi anlaşılmasın ama diğer duyularımın umursamazdan gelinip, aptal yerine konulduğumdur kabullenemediğim. Bir ihanet insanın gözünün içine sokula sokula da yaşanmaz ki! 

 Dün gece uyuyor gibi yaparak izlemledim Tarık’ı. Her ne kadar emin olsa da gözüyle görmediği şeye inanası gelmiyor insanın. Körlük, kuşkulu yapabiliyor diye şüpheyle yaklaşıyorsun kendine. Ne o, yanılıyor olamaz mıyım? Bir daha anladım ki hayır! Sık aralıklarla odadan sıvışıp arkasından yavaşça çekti kapıyı. İşitme duyum devrede. Fısıldaşmalar, yangınlarını körükleyen nefesler, ateşlerini söndüren inlemeler. Ne bir paranoya ne bir halüsinasyon.! Susayım istedim, sabrımı taşırdı. Her odaya dönüşünde o kadının kokusunu biraz daha taşıyor oldu yatağıma. Öyle ki buram buram yasemin koktu yastığım. Dayanamadım sordum. “Tarık” dedim “iyi misin?!” “İyiyim, iyiyim” dedi. “Prostatım azmış son zamanlar, sıkışıyorum ikide bir.” Bu sözleri söylerken yüzü kızardı mı bilemem ama, sesi onu ele verdi. Sesine yansımıştı yalanın rengi. “Prostatın mı azmış, testosteronun mu tavan yapmış?” diye sormamak için dilimi ısırdım. 

On beş-yirmi dakikalık bir arayla, birbirinin peşinden çıkıyorlar bu sabah erkenden yine. Natalya, Moldovya’daki kocasına para yollayacakmış, Tarık’ın da halletmesi gereken birtakım işleri varmış yayınevinde. Ne işler diye sormuyorum hiç. Açılıp kapanan dış kapının gürültüsüyle gittiklerinden emin olduktan sonra, fincanımdaki kahveden son bir yudum daha alıp oturduğum koltuğun kenarlarından da yardım alarak kalkıyorum yerimden. O en kahraman kurtarıcıyı düşleyerek “ruhumu, kör kuyuların dibindeki ihanetten kurtarmanın zamanı geldi” diyorum içimden. Sekiz aydan bu yana kocamın veya metresinin yardımına alışık olduğumdan attığım ilk adım pek güvensiz. Ya düşersem! Gene de evimin düzenini hayalime taşıyarak ellerimle boşluklara tutuna tutuna, eşyalara çarpa tökezleye, sırtını geniş salon duvarına dayamış piyanomun sandalyesine oturmayı başarıyorum zorlansam da. İlk vedam onunla gerçekleşsin istiyorum. Bembeyaz bir gelin duvağı gibi karanlığımda canlanıyor kuyruklu piyanom. Sekiz aylık bir hasretle dokunuyorum bir zamanlar yüreğimin mutluluğunu parmak uçlarımdan alıp, melodik seslere dönüştüren siyah beyaz tuşlara. İçimde ya evvelki gibi çalamazsam endişesi! Do, Re, Mi, Fa, Sol, La, Si derken parmaklarımın, tuşlarla eskisinden daha tutkulu bir aşkla flörtleştiğini hissediyorum. Buna sevinirken ne yazık ki bugünkü ve son repertuvarımda Mozart’ın tamamlayamadığı son yapıtı var diye üzülüyorum aynı zamanda. Rekuiem! Gözlerimin önünden geçiyor kendi cenazem. Konduğum tabutu ön kolundan omuzlayan kocamın yas maskesi takınmış yüzü ve sahte gözyaşları… Hıçkırıklarımla piyanomun hazin düeti dolduruyor salonu. Daha fazla tutamıyorum kendimi. Bir daha açılmamacasına kapağı sertçe indiriveriyorum tuşların üstüne, susturuyorum piyanoyu. Sırtımda ecel terleri, kafamda gitmemem için ikna etmeye çalışan baskın bir ses. Ölüme gitme cesaretimi kırmayı amaçladığı belli. Ben o cesareti coşturacak şeyin ne olduğunu iyi bilirim tabii. Birkaç kadeh içmeden banyoya kadar yürüyebilsem önce. Önüme çıkacak engellere karşı kollarımla siper alarak, yavaş yavaş, üç yatak odasının açıldığı uzun koridorun sonundaki banyoya geliyorum nihayet. Şaşırıyorum. Ellerim, ayaklarım, gözlerimin vazifesini nasıl da üstlenmiş. Her girinti çıkıntıyı, kapı eşiklerinin yükseltisini duyumsayarak atıyorum adımlarımı. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra kaçamak bir bakışla bakıyorum aksimin yansımasını göremeyeceğim aynaya. İşin tuhafı, her öğün ihaneti sindire sindire yemek zorunda kalan bir kadının zavallı görüntüsü kaçmıyor gözlerimin karanlığından. Haline acıyıp konuşmak istiyorum onunla, benden daha önce davranıyor kafamdaki ikna edici o baskın ses. “Aylardır birilerinin yardımı olmadan adım atmayarak kendine olan güvenini yitirdin. Bir şeylere değip devrilmeden evinin içinde dolaşabilmenin, piyanonu eskisinden daha şevkle çalıyor olmanın farkına varmak seni, rüyalarındaki kör kuyunun dibinden omuzlayarak çıkaran o kadının gizli güçlerine inandıracak ilk işaretler olamaz mı? Yaşamadan, deneyimlemeden bilemezsin başarabileceklerini. “Ölümden kurtuluş ummak acizlerin işidir.” Bu cümleyi hatırladın mı bilemiyorum ama aynı dertten muzdarip ananın cansız bedeni, dalgıçlarca kıyıya çekildiğinde sitemini aynen böyle haykırmıştın unutma!” 

 Kafamda bir ses daha peydahlandı bu konuşmanın ardından. Biriyle baş edemezken iki oldular şimdi de. Git diyeni, kal diye tersliyor öteki. Arafta mahpus kalmış bir ruhum sanki. Ölüm, bir iki dakikalık kör mesafe uzaklığında beklemekte. Mutfağa kadar yürüyeceğim hepi topu. Kapıları, pencereleri kapatıp, perdeleri çekip, ardından çevireceğim gaz ocağının düğmelerini. Ortalık yılan tıslamalarıyla sağırlaştığında, gitmenin şerefine kaldırdığım kadehlerin de etkisiyle sızıp kalacağım bir daha uyanmamacasına. Söylemesi kadar basittir belki uygulaması da. “Ha ha ha! Gitmeden önce kocan ve metresi için birer dilim ekmek kesip üstüne tereyağı sürmeyi de unutma bari.” Kinayeli kahkahası şakaklarımı gümleten iç sesimi bastıran deli bir haykırışla bağırıyorum ona. “Ne yapmamı bekliyorsan öyleyse?!” Hah öyle işte, sen yeter ki sor, çözüm bende. Bir çilingir çağırıp dış kapının anahtarlığını değiştirerek başlatabilirsin işi mesela. Canını yakanın, seni hayata küstürenin engelin değil, ihanetin olduğunu kabullen lütfen. İhaneti kapı dışı ettiğin zaman kendi kendine ve başkalarına yük olmadığını anlayacaksın zaten. Onca görme engelli insan var dünyada, her zorluğun üstesinden gelebilen.” 

 Mutfakla koridor arasındaki mesafenin sonunda susuyor nihayet kafamdaki sesler. “Sen bilirsin” dercesine. Onların susmasının ardından iki hayali yol canlanıyor zihnimde. Bir ana yolun yılan dili gibi çatallanmış iki yönü. İkisi de karanlık! Yalnız birinin karanlığında görmesem de koklayabileceğim, duyabileceğim, dokunabileceğim, tat alabileceğim somut bir hayat, ötekisindeyse bilinmez ve huşulu bir sonsuzluk. Karmakarışık duygular ve büyük bir ikilem arasında atacağım ilk adımın kararsızlığıyla kalakalıyorum yol ayrımında.