Savaşı yaşıyoruz uzun zamandır.

Babalarımızdan, evlerimizden, okullarımızdan uzaktayız. Yaşanmaz şehirlerimizi terk edip dedemin yanına sığındık ama korkunun kara rengi her yere sindi. Uzaktan duyulan patlama sesleri, köye de tehlikenin yaklaştığını belirtiyor. Çaresizliğin getirdiği zorlamayla biz de terk edeceğiz ülkemizi.

“Artık kalamayız,” demişti dedem de bir gün, “çocukları düşünmek zorundayız!”

Annem çaresizliğin teslimiyetiyle başını eğmiş ama loş odanın küçük penceresinden süzülen gün ışığının yansıdığı kocaman gözlerinden dökülen yaşlarını saklayamamıştı. Dedemse, zor kararın yüküne dayanamayan çökük omuzlarında taşıyamadığı başını alıp çıkmıştı evden.

Yollardayız şimdi. Bizim gibilerle tıka basa dolu bir kamyonetin arkasında, hayatta kalmak için zorunlu olduğumuz yolculuğun sonunda, buradayız. Limandaki bu koca gemiye binmeye hazırlanıyoruz. Kucağındaki kardeşimi göğsüne bastırmış dimdik ayakta duran annemin yanında ilkleri yaşıyorum. Denizi, limanı, bu kadar kalabalığı ilk defa görüyorum.

Ağlayan çocuklar, bağıran kızgın adamlar, arada bir ince güvensiz sesleriyle karşılık vermeye çalışan ürkek, korkak, çekingen kadınlar, çocuklardan da güçsüz yaşlılar…

Kalabalık, karmaşa, gürültü…

Ürküyorum!

Ne yapacağımı bilemez halde, annemin koluna tutunmuş, olanları seyrediyorum.

Bekleşen kocaman kalabalıktan çıkan uğultunun dayanılmazlığı çirkin bir pazarlığı saklamaya yetmiyor. Korkuyla birbirine sokulmuş küçük öbekler pazarlığın bir tarafı, alışkın hareketlerle yanaşan ürkünç adamlar ise diğer taraf.

Bir şeyler alınıp veriliyor, sonrasında “geç” anlamındaki el hareketi pazarlığın bittiğini gösteriyor. Arkasından yerini alan başka bir grupla sürüp gidiyor alıp vermeler. Sıra bize geliyor.

Önümüzde durmuş gözden geçiriyorlar her birimizi. Gözleri annemin üzerinde fazla mı oyalandı ne… Hiç sevmedim bu adamları! Elini kardeşime uzatıyor biri okşayacak gibi, annem irkilip geriye çekiliyor. Bu kez dönüp sırıtarak göz kırpıyor bana. Yumruklarımı sıkıyorum, telaşla annemin koluna yapışıyorum. Dedemse diğeriyle konuşmasını bitirip ceketinin iç cebine sokuyor elini, bir tomar para çıkarıp veriyor. Adam başıyla geçin işareti yapıyor. Annem hemen ileri fırlıyor, peşi sıra ben de. Dedem arkamızdan geliyor.

Sallanan bir merdivenle gemiye çıkıyoruz. Düşmemek için çok çabalıyorum. Soğuk havaya rağmen terden sırılsıklamım. Önümüzdekilerle geminin içinde aşağıya inen bir başka bir merdivene yönlendiriliyoruz. Sendeleyenler, düşenler, merdiven çıkamayanlar, inemeyenler…

Aksaklıklar adamları hiddetlendiriyor, yüksek sesle bağırıyor, durmadan küfür ediyorlar. Bütün çocuklar ağlıyor. Ben de ağlamak istiyorum! …

Geminin ambarıymış bizi sürdükleri yer. Sığacak mıyız?

Sığamayız.

Ne güzel, köye döneriz belki!

“Allah’ım, bize yer kalmasın n’olur!” diye dua etmek geçiyor içimden, kendimi tutuyorum. Biliyorum bu gemide kalmak zorundayız.

Annem yer bulup oturdu bile. Herkes yerleşme telaşında. Kalabalığın uğultusu dayanılır gibi değil. Etrafımdaki insanların endişeden kararmış yüzlerinde gördüklerim içimi sıkıyor. Bunalıyorum! Korkum midemi sıkıştırıyor.

“Firuz!  Dedeni de al yanıma gel, yer var burada.”

Dönüyorum, dedem hemen arkamda. Elimi tutuyor, birlikte annemin yanına oturuyoruz. Annem memesini çıkarıp ağlayan kardeşimi emzirmeye başlıyor.

Aradan kaç gün geçti bilmiyorum. Uyuyup uyandığımız zamanları saymayı bıraktım. Ne kadar sıcak! Başımı, oturduğu yerde uyuyan dedemin dizine koyuyorum. Gözlerimi kapatıyorum, “yüreğime bakıyorum.” Rahatlıyorum.

Bir oyun bu,  babamla benim oyunumuz.

“Sıkılınca, darlanınca insan şöyle derin nefes alıp içine yolculuk yapmalı, yüreğine bakmalı. Yüreğinde hep iyilik vardır insanın. Baktıkça rahatlar, güçlenir, yenilenir. Sıkıntılarına rağmen umut dolar!” derdi babam.

Ambara, sıcağa, pis kokuya, yenilmez yemeklere ve yaşadığımız bunca dayanılmazlara karşı kendi kendime oynuyorum bu oyunu ben de.

Yüreğime bakıyorum yeniden. Babamı görüyorum. Renk renk balonlarla, yaldızlı kâğıttan yapılmış uçurtmaların olduğu gökyüzünün altında birlikteyiz. Şunu, kuyruğu en uzun olanı babam yapmış. Yakalıyorum birinin boşlukta salınan ipini, tutuyorum rüzgâra karşı. Havalanıyor, havalanıyor çok yükseklere çıkıyor. İp elimde gerildikçe geriliyor, sanki beni de havalandıracak. Sarsılıyorum, onunla birlikte uçtum uçacağım. Birden ip kopuyor; koparken çıkardığı korkunç sesle uyanıyorum.

Tabak şangırtıları, kavga eder gibi konuşmalar, bağıra çağıra yemek dağıtan o iki adam. Her zamanki gibi koca ambarda tüm sesleri bastırıyorlar yaptıkları işle. Dedemle tuvalete gidiyoruz, elimi yüzümü yıkıyorum, ferahlıyorum. Üst üste insanların arasından geçip kardeşimi emziren annemin yanına kadar zorlukla yürüyorum. Yanımızdaki ailenin büyükannesi, yalvarıyor anneme, yemek yemeye ikna etmeye çalışıyor.

“Hadi kızım, bebeyi bana ver de bir lokma bir şeyler ye. Bak sütün çekilecek, çocuk da aç kalacak. Kaç gündür ağzına lokma koymadın.”

Annem ölgün bakışlarla anlamazmış gibi bakıyor. Gözleri ne kadar yabancı, hiç kendi gözleri gibi değil. Küçüldü, ışığı söndü. Eğiyor başını, kurumuş, kararmış memesiyle kardeşimi emzirmeye devam ediyor. Gözlerinden yaşlar akıyor, süzülüp memesine damlıyor, oradan da kardeşimin yüzüne. Ambardaki kör ışıkta gözyaşları köydeki gibi parlamıyor süzülürken.

Ben de ağlamak istiyorum…

Dedemle yemeğimizi yiyoruz. Anneme dönüyorum, ona da uzatmak istiyorum ama annem burada değil sanki. Bitirince dedemin yanına kıvrılıp uyuyorum yeniden. Uykudan çok, günün her saati musallat olan ağırlık gözkapaklarımın üstünde… Seslere uyanıyorum. Herkes bizim tarafa bakıyor. Kadınların bir kaçı annemin yanına toplanmış, kucağından kardeşimi almaya çalışıyorlar.

“Hadi kızım, ver bebeyi bana!” diyor biri.

Annem sıkıca sarılıyor, iyice göğsüne bastırıyor onu. Çığlık çığlığa bağıran sesi içimi yırtıyor! Çok korkuyorum, dişlerim birbirine çarpıyor. Titrememi durduramıyorum.

Çok geçmeden yemek dağıtan adamlar geliyor, bu kez onlar annemden kardeşimi almaya çalışıyorlar. Yerimden fırlayıp bacağına yapışıyorum birinin, silkeleyip atıyor beni. Dedeme dönüyorum, çöktüğü köşede eğmiş başını ağlıyor. Bir yıkıntı gibi bulunduğu yerde…

Adamlar söylenerek kardeşimi koparıp alıyorlar. Annemin yeri göğü titreten sesine aldırmadan merdivenlere yöneliyorlar. Adamlar önde, arkalarında her şeyi yok eden çığlıklarıyla annem. Koşup ulaşmaya çalışıyorum onlara.

Yukarı çıktıkça ışık fazlalaşıyor. Uzun zaman sonra güneşi ve gökyüzünü ilk defa görüyorum. Gözlerim kamaşıyor. Annem hâlâ feryat ediyor. Adamlardan biri dönüyor, açıyor iki yana kollarını, annemin önünde duvar gibi dikiliyor, diğeri alelacele kardeşimi denize atıyor kundağıyla beraber!

… …

Donuyorum, her şey, herkes donuyor…

… …

Yine kâbuslarımdan birini görüyorum, birazdan uyanacağım mutlaka! Babamla, annemle, kardeşimle birlikte, güzel evimizde olacağım. Dedem omuzları her zamanki gibi dik yürüyerek gelecek yanımıza, biliyorum.

Olmuyor… Uyanamıyorum!… Kaldığı yerden devam ediyor her şey.

Annem hızla ileri atılıyor, gerileyip parmaklıklara yaslanan dehşet içindeki adamlar kafeslerinde kıstırılmış vahşi hayvan gibiler. Hızlanan solumalarındaki korkuyu hissediyorum.

“Abla, senin bebe öleli çok olmuş, ne biçim kokuyordu fark etmedin mi?” diyor, suçluluk yüklü zor duyulur bir sesle. Sesi büyüyor,  büyüyor! Büyüyor! BÜYÜYOR!… Dünyanın her yanında çınlıyor!

Annem duymuyor. Yanlarına gidiyor. Geminin parmaklığına tutunarak aşağı bakıyor. Herkes dehşet içinde ne yapacağını bilmez halde. Sonra bana dönüyor, iri kara gözleri tıpkı evimizdeki gibi tüm güzelliğiyle bakıyor, sevecen, huzurlu…

Gülümsüyor.

Rüzgârda uçurtmalar gibi zapt edilmez bir halde salınan başörtüsünü sıyırıp çıkarıyor. Elinden kayan örtü denize uçuyor. Dönüyor, hızla parmaklıklara çıkıyor, atıyor kendini denize!

Keskin bir çığlık atıyorum! Ciğerlerim parçalanıyor!

Kimse duymuyor…