Genellikle sabahları yürüyüşe çıkarım. Yürüyüş alanına giderken, yolum metruk iki yalı arasındaki boş arsanın önünden geçer. Bu sabah, arsanın önüne demir atmış bir tekne gördüm. Kıç tarafından bir darbe almış 6-7 metre boyundaki eski teknenin ilk önce yelken direği dikkatimi çekti. Tek ve yontulmamış bir ağaç gövdesinden yapılmış bu yelken direğine bir asma sarılmıştı. Dolgun ve simsiyah salkımları göz kamaştırıyordu. Plastik malzemeden ne kadar da gerçekçi yapmışlar diye düşündüm. Dönüşte yakından incelerim diye uzaklaşırken, ayaklarım geri gitti. Döndüm. Tekneye yaklaştım. Kimse yoktu teknede. Hâlâ yapay sandığım asmaya elimi uzatınca çarpıldım. Gerçekti! Aynı anda beynimde bir şimşek çaktı. 

– Yüce Dionysos! diye haykırdım! Tekne Dionysos’a aitti…

-Kim sesleniyor bana?

Davudi bir ses gürledi arkamda. Döndüm. Otların arasında,  metruk yalının ahşap duvarına sırtını dayamış oturuyor, gür, dalgalı saçları, sevimli yüzü ve üzüm karası gözleriyle bana bakıyordu. Oydu… Yüce Dionysos ’tu.

-Yüce Dionysos… Demek geldin! 

-Neden şaşırdın ki? Beni çağıran sen değil miydin?

-Evet, bendim yüce Dionysos… Ama gerçekten gelir miydin? Emin değildim.

-Geldim işte! 

Eliyle yanına oturmamı işaret etti. Gittim. İşaret ettiği yere oturdum sırtımı duvara yaslayarak. Tepedeki evlerin çatıları, doğmadan önce güneşin gökyüzünü boyadığı arka fonda, zavallı birer hayalet gibi görünüyordu. Bir tas kırmızı şarap uzattı. 

-Şerefe, dedim. Yüzüme bi tuhaf baktı. Haddimi bilmezliğimden utandığımı görünce, o da dediğimi tekrarladı göz kırparak:

-Şerefe!

Tastaki şarabı sonuna kadar içti. Ben de öyle yaptım. Anında görme, duyma, kavrama kanallarım açılıverdi sanki!

-Neden çağırdın beni?

-Aylık Kiltablet dergimiz için sizinle bir söyleşi yapmak istiyordum.

– Hım… Tahmin etmiştim. Gelmeden önce Google’a baktım. İyi iş çıkarıyorsunuz. Eee… Yap bakalım! 

-Yüce Dionysos, Tanrı olmak nasıl bir şeydir? Kimdir Dionysos?

-Tanrı olmak zor zanaat… Hele bu günün çok bilmiş insanı için tanrı olmaktansa  “Yüce Başkan” ol daha iyi. Nasılsa tanrısallık peşinden gelir.

Yüzüme muzipçe bir göz atarken, yoldan işlerine yetişmek için koşuşturan birkaç faninin bakışlarıyla taciz edildik. Göz kırparak kupasındaki şarabı bir yudumda içti. Ayağa kalkıp şarap testisini alarak tekneye doğru yürüdü. Tereddüt ettiğimi görünce:

-Gel hadi. Söyleşiyi teknede yapalım yoksa senin “içme karşıtı” tutucu hemşerilerin bizi berduş şarapçı sanacak! Sanmalarının önemi yok da, saldırabilirler. Bana nasılsa bi şey olmaz. Olan sana olur!

Doğru söylüyordu. Ne de olsa o bir tanrıydı.

Teknenin içi, dışarıdan göründüğünün aksine genişti. Eşyaları da paha biçilmez birer antikaydı. O, uzanarak oturma kanepesine – koltuğuna mı demeliydim- uzandı. Ben de karşısındaki bir köşeye ilişiverdim. 

– Nerede kalmıştık?

-Tanrı olmak zor zanaat demiştiniz.

-Evet… Hele Hera’nın gadrine uğramış bir Dionysos olarak daha da zor tanrı olmak! Hera’ nın bana yaptıklarını üvey annesi, Kül Kedisine yapmamıştır. Annem Semele’nin Zeus’tan erkek evlat doğuracağını anlayan Hera, küplere binmiş! Annemin dadısının kılığına girerek onu, babam Zeus’un esas haliyle kendisine görünmesi için dua etmeye ikna etmiş. Babam Zeus, annemin her dileğini yerine getireceğine dair Styks üzerine yemin ettiğinden çarnaçar, Semele’nin ölümüne sebep olacak öz haliyle görünmeyi kabul etmiş. Yıldırımların ateşine kim dayanır ki? Semele tutuşup yanmaya başlamış. Babam Zeus hızlı davranarak beni annemin rahminden çekip almış ve baldırına gömmüş. Zavallı annem yanıp kül olmuş! Zeus’un baldırında gelişimimi tamamladıktan sonra doğmuşum. Beni ve Athena’yı doğuran Zeus’tur. Bu da bizi,  diğer tanrı evlatlardan daha soylu kılar. Öyle diyor Homeros ve Hesiodos…

-Zeus’un özü şimşek, yıldırım, ateş ve günümüz deyişiyle bir tür enerjiyse, senin ey yüce Dionysos… Senin özün de şarap mı?

-Daha neler? Ben Derdi, Kederi savmanın, hayatı Katlanılabilir kılmanın, Neşe’nin, Heyecan, Coşku ve Esrikliğin tanrısıyım. Şarap ve şarapçılık, benim insanlara armağanımdır. Bunu da  “Çiftçiler Ülkesi”nin Ana Tanrıçasından öğrendim. Ayrılırken bana asma çubuklarını armağan etti. “Köklerindeki toprak hep nemli kalsın” diye de tembihledi. Merkebimle ülkeme giderken, suyum bitti. Asma köklerini bir bülbülün kanıyla suladım. Bir müddet idare etti. Sonra tekrar su vermem gerekiyordu. Erkek bir arslanın kanıyla suladım bu sefer. Evime yaklaşmıştım ama asmalarımın kökleri kurumak üzereydi. Su yoktu!  İstemesem de vefakâr eşeğimi feda etmem gerekiyordu. Dünyalar güzeli gözlerinden öperek onun kanıyla suladım. Ve böylelikle asmalarımı, köklerini kurutmadan bahçeme dikebildim. Asmanın meyvelerinden yapılan şarap, bu çileli yolculuğun her aşamasını yaşatır içene. Bu yüzden dikkatli içmek lazımdır. İçenler ilk aşamada kuş gibi hafiler, bülbül gibi şakımaya başlarlar. Bu, bülbülün asmaya kattığı bir özelliktir. İkinci aşamada cesaretleri kabarır. Arslan gibi kükremeye başlarlar. Bu da Arslan kanının asmaya kattığı özelliktir. Üçüncü aşamada anırmaya ve ayakta uyuklamaya başlarlar. Bu son etki, eşeğin kanından geçen bir özelliktir.  Bunları bilerek iç. Bu yüzden insanlar, bağ bozumu şenlikleri ve festivallerde içerler. Şarkı söyler, bana minnet ve şükranlarını sunarlar! Zamanla, bu oyunlardan tiyatro ve tragedyalar doğmuş. İyide olmuş! Şarapsız sanat cüce kalırdı.

Babam Yüce Zeus, insanlara ateşi verdi diye Prometheus’a öfkelenip onu, Kafkas dağlarının yalçın bir kayasına zincirlemişti. Bana asmayı veren, şarap yapmasını öğreten Tanrıçanın “Çiftçiler Ülkesi” de oradadır. Kuzeyin soğuk rüzgârlarına karşı korunaklı bu ülkenin bağları bereketli, şarapları lezzetlidir. Vefalı Prometheus’un bu öyküsünü biliyorsun her halde… Değil mi?

-Evet… Biliyorum Yüce Dionysos. Bir kartal gelip karaciğerini yiyor. Geceleri karaciğeri tekrar büyüyünce kartal, ertesi sabah tekrar ciğerini parçalayıp yiyor, işkence hep böyle sürüp gidiyordu.

– Doğru. Zeus, Prometheus gibi insanları da cezalandırıyor, ambargo uyguluyordu. Herakleus kartalı öldürene kadar bu zulüm yıllarca sürüp gitti. Sonra Zeus, insafa gelip Prometheus’u bağışladı. İnsanların gereksinimleri, tanrıların umurunda değildi.  Ama Prometheus bunu gördü. İnsanların tarafını tutup, bolluk ve bereketten daha fazla pay almalarını istedi. Bu tavrı Zeus’u çok öfkelendirdi. Prometheus’un Zeus’a karşı insanları tutması önemli… Anlıyorsun değil mi?

-Anlıyorum Yüce Dionysos!

-Yine de düşün… Bir tarafta tanrıların tanrısı- hadi kralı diyelim- Yüce Zeus, öteki tarafta insanlar: Aciz, sefil, zavallı, riyakâr ve tanrıların elinde maskara insanlar! Yüce Zeus istese, insanları anında “helak” edebilirdi.

-Neden Zeus’tan yana değil de, insanlardan yana tavır koydu o yiğit Prometheus?

-İşte! Bütün mesele burada, anlıyor musun? Hemen “anlıyorum” demeye hazırlanma. Sözün gelişi dedim. Bekle! Anlayacaksın!

-Tamam, Yüce Dionysos! Söz… Anlamadığım bir şey olursa, muhakkak soracağım.

-Güzeel! Nerede kalmıştık?

-Prometheus, neden insanlardan yana tavır koyup Zeus’a kazık atmıştı? Burada kalmıştık!

Yüzüme bi tuhaf  baktı. Kızdı sandım. Sonra gülümseyerek beni rahatlattı. 

-Bu iyiydi. Anlamaya başlıyorsun. Şimdi bir soruda ben sana soracağım. Bugünün dünyasındaki sizler bu “Mitolojiyi” nereden öğrendiniz?

-Homeros ve Hesiodos ’un destanlarından ve onlara atıf yapan filozoflardan öğrendik.

-Peki, kimdi bu Homeros ve Hesiodos? Birer Tanrı mıydılar ve bu Mitolojiyi sırf kendileri mi uydurdu?

– Hayır, tanrı değil, birer insandı onlar. Şairdiler. Halk arasında, yüzlerce yıllardan beri dilden dile dolaşan söylenceleri derleyip toparladıkları söylenir. Kendi üsluplarına göre, bu söylencelerden ölümsüz destanlar yarattılar.

– Yani sen şimdi Mitolojiyi ve Olympos’u ve onun tanrılarını ve onların tüm maceralarını ve insanoğluyla ilişkilerini ve hepsini insanların yarattığını mı söylemek istiyorsun?

-Valla biz öyle öğrendik Yüce Dionysos… Yoksa yanlış mı öğrenmişiz?

-Valla doğru öğrenmişsiniz! Bu gerçeği hem Yüce Zeus, hem de Prometheus ve tüm Olympos tanrıları biliyorlardı. Onun içindir ki, ne Yüce Zeus, ne de diğerleri, insanları telef etmediler. Etmeyi düşünseler bile bunu yapmadılar. Kendilerinin, bu zavallı, sefil, aciz, riyakâr, dönek ve zalim insanlar tarafından yaratıldıklarını biliyorlardı. Yine de insanlarla, kedinin fareyle oynaması gibi oynamaya bayılıyorlardı. Çünkü insanlar, kendilerine zulmeden, ona itaat edince bağışlanacağına inanan, onun dilediğine dilediği kaderi reva gören,  Tanrılar istiyorlardı. Onlar, ölüm gerçeğini kabullenemedikleri için, kendilerine benzer ölümsüz tanrılar yaratıyor ve onlardan ölümsüzlüğü, adil, güzel ve bolluk içindeki bir “öteki dünyayı” dilenciler gibi dileniyorlardı. Diğer hayvanlar da eğer yapabilselerdi, kendilerine benzer tanrılar yaratacakları gibi… Atların tanrıları atlara, ineklerinki, ineklere benzeyecekti.

Yaratıldın mı eğer, seni yaratanın iyi, kötü, masum ya da zalim olmasıda fark etmiyor, yaratanına bağımlı oluyorsun. Anne çocuğunu yaratığında, çocuğun yaşaması annenin insafına kalmıştır. O zamanlar, cami de yoktu ki gitsin de avlusuna bıraksın. Mecburen ıssız bir yerde ölüme terk edecektir. Tanrı olmanın çıkmazı da işte burasıdır. Tanrılar, insanlar kendilerine inandıkları zaman var olurlar. İnsanlar, onlardan kuşku duyduklarında hastalanır, unutulduklarında ise, içten içe öfkelenip sessizce beklerler. İnsanlar akıllı, zalim, kurnaz, güvenilmez ve merhametsiz olsalar da, saf-salak bir tarafları hep vardır. Yarattıkları kendilerine benzer tanrılara, yine kendileri inanır ve inandırırlar. Tam da sizin Nasreddin Hocanın, ”Köyün başında bir yalan söyledim, köyün sonuna gelince, söylediğim yalana kendim de inandım!” dediği gibi…

-Yüce Dionysos… Şimdi sen, benim düşüncemde var olduğun için mi varsın yani?

-Antik çağda, o zamanki insanların beni düşledikleri şekliyle vardım. Şimdi de senin düşündüğün şekilde varım. Bu, Zeus dâhil bütün diğer tanrılar ve tanrıçalar için de geçerlidir.

-Yüce Dionysos, bir şey sorabilir miyim? 

-Sor bakalım!

-Bu söyledikleriniz tüm Tanrılar için de geçerli mi?

-Elbette! Ne sandın ya? Şimdi siz, antik çağ insanlarının inançlarına nasıl bakıyorsanız, gelecek çağlardaki insanlar da sizin inançlarınıza öyle bakacaklar.