Neden yazıyorsunuz?

Yazmak, yazmayı öğrenmekle birlikte başladı neredeyse… Çocukken, yazayım ve çevremdekiler sadece yazdıklarım aracılığıyla, konuşmama gerek kalmadan, beni duysun istediğim olurdu. Konuşarak derdimi anlatmak hep zor oldu. Bir de hiç dilllendirmediğim halde karşımdakinin karalamalarımı okuyarak içimden geçeni duyması sihirli gelirdi bana. Bir çeşit telepati gibi. Bugün ise gündelik hayatıma eşlik eden güvenli bir ada gibi yazı. Keza okumak da öyle. Yalnız “güvenli ada”yla kast ettiğimin masada geçen yazma süreci olduğunu belirteyim. Yoksa ortaya çıkan basılı eser, yazarın başına türlü sıkıntılar da getirebilir elbette.

Yazma konusunda ritüelleriniz var mı? Favori yeriniz, ortam çay/kahve…

Yazarken gürültüye tahammülüm yok sadece. Gürültü ve aşırı kalabalık olmayan her yerde yazabilirim. Kahve varsa içmeyi severim ama şart değil. Müzik dinlemeyi çok sevmekle birlikte yazarken müzik de dinleyemem.

Tüm kitaplarını okurum dediğiniz yazarlar kimler?

Patricia Highsmith, François Mauriac, Hüseyin R. Gürpınar, Nilgün Marmara, Georg Trakl, Edgar A. Poe, Howard P. Lovecraft ilk ağızda aklıma gelen isimler…

İlk öykünüz nerede yayımlandı? Ne düşündünüz?

İzmir TÖMER kurumunun düzenlediği “2000’e Öyküler” adlı bir öykü yarışmasına katılmıştım takma bir ilk isimle. O yarışmada 3. seçilmesinin ardından Anadili dergisinde yayımlandı ilk öyküm. Şaşkındım biraz. Mutlu oldum elbette. Şaşkınlık daha baskındı.

Son zamanlarda fantastik edebiyata ilginin arttığını düşünüyor musunuz?

Evet, fantastik edebiyatın popüler yanının çok yaygınlaştığını düşünüyorum. Ancak bu tür edebiyatın fazla okunmayan ve daha nitelikli olduğunu düşündüğüm örnekleri halen okunmuyor. Sinema ve televizyon dünyasının yönlendirdiği, risk almayan bir fantastik edebiyat yayıncılığı söz konusu.

Fantastik edebiyat diğer türlere göre edebiyatın ciddiye alınmayan yaramaz bir çocuğu mu?

Yaramaz’ı bir işe yaramaz anlamında kullanıyorsanız evet, böyle bir bakış açısı var ciddi edebiyat çevrelerinde. Fantastik, korku, hatta biraz da bilimkurgu türleri hep “kaçış” edebiyatı gibi görülmüş hem dünyada hem ülkemizde. Ursula Le Guin gibi bu türlerin en saygın kalemleri bile bu durumdan şikayetçi. Bana gereksiz geliyor bu tip tartışmalar. Çalışmanızda Kafka, Joyce, Bernhard’a gönderme yapmak sizi “yüksek” edebiyatçı yapmaya yetmeyeceği gibi ejderha ya da hayali diyarlar anlatmanız da sizi kötü yazar ya da “alçak” edebiyatçı yapmaz. Tabii tabii tersi de geçerli bunun…

Kaleminizin yorulduğu ya da sizin yorulup yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğünüz oluyor mu? Bu atağı nasıl atlatıyorsunuz?

Ben amatör bir yazarım. Bununla kast ettiğim; hayatımı yazarak kazanmadığım. Keyfe keder, aklıma estiğinde, masaya oturmaya değeceğini düşündüğüm bir öykü fikri aklıma geldiğinde yazan biriyim. Dolayısıyla söylediğiniz türden duraklamalar olduğunda duruyorum. Tekrar yazabileceğime kanaat getirdiğimde oturup yazıyorum. İkinci kitabım “Deliliği Beklerken” toplamda sekiz yılda yazıldı sanıyorum. Her yazarın kendine göre bir yazma ritmi olmalı diye düşünüyorum. Kimi yazdıkça yazmak ister kimi uzun aralar verir kimi bırakır kimi hep ama az yazar (çok siler)… Yazarın, her yıl ya da iki – üç yılda bir en az bir kitap çıkarmak, kendini okura unutturmamak gerekir gibi piyasa dayatmalarından uzak durması gerektiğine inanıyorum.

Hangi ülkede yazar olmak isterdiniz? Neden?

Şu ya da bu ülkede yazar olsaydım gibi bir düşüncem olmadı. Ama gezip görmek istediğim, belki bir süre yaşamak istediğim coğrafyalar oldu elbet. Japonya bunlardan biri. Afrika yine merak ettiğim, uzun uzun gezmek, görmek istediğim bir coğrafya. Fakat oralarda kalıp yazmak… Yazar için yazdığı dilin konuşulmadığı bir ülkede yaşamak zor olur diye düşünüyorum. Sorunuz; örneğin bir Japon olarak Japonya’da olup yazmak ister miydim idiyse bunu hayal etmek çok zor. Sonuçta biz daha farkına varmadan, içine doğduğumuz toplum-dil içimize işlemiş, bizi yoğurmuş oluyor. Sonrasında ne yapıp etsek bunun kalıcı bir etkisi var üstümüzde. Coğrafya bir bakıma kader diye düşünüyorum ezcümleyle.

Son kitabınız Yaklaşan Dipte kapalı mekânlar -ev, kafe, ofis gibi- gerilimin, korkunun kapıyla birlikte kullanımı dikkat çekiyor. Kapı, özellikle “Sinek”, “Tanrı Misafiri”, “Kalabalık Oda”, “Av” öykülerinizin ortak izleği gibi duruyor. Kitabınızı oluştururken “kapı” izleğini özellikle mi seçtiniz?

Özellikle bir kapı izleği seçtiğimi söyleyemem ancak kapalı mekânları sık kullanıyorum. Kapı da öykülere bu nedenle girmiş olabilir. Kapı, iç/dış hali yaratan da bir olgu tabii. İçerde kalmak, dışarı çıkamamak ya da korkulanın dışarıdan içeri girmesi gibi haller “kapı”yı bir eşik-figür olarak öne çıkarmış olabilir. Söyleyebileceğim özellikle seçilmiş olmadığı…

Yine son kitabınız Yaklaşan Dipte rüyalar ve kâbuslar dikkat çekmekte. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

Rüyalar, kâbuslar sanırım en başından beri önemli oldu yazdıklarımda. Son kitabımdaki öykülerde de öne çıktı, evet. Şahsen pek rüya görmemek ya da gördüğüm rüyaları pek hatırlamamakla birlikte elime kalemi aldığımda yahut klavyeye uzandığımda; rüyalar/kâbuslar hızla öne çıkıyor, kimi zaman başat rol oynuyor. Gördüğümüz rüyaları kişisel mitolojimiz, bazen gündelik hayatımızı bazen daha derin meselelerimizi çözümlemeye çalıştığımız fantastik coğrafyalar gibi görüyorum biraz.

Bize zaman ayırdığınız ve samimiyetle yanıt verdiğiniz için çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim. Kiltablet’e uzun bir yayın yaşamı dilerim bir de.

Röportajı Yapanlar: Nurdan Atay-Yurdagül Şahin