Ne alâkası var diyeceksiniz “Meyve Kabukları”yla “Emek Her Şeydir” temanızın. Az sabredin öğreneceksiniz nasıl göbekten bağlı olduğunu. Soyadı gibi cesur yürek Leyla Erbil’e kulak verelim. GECEDE isimli kitabının “Çekmece” isimli öyküsünde başkahraman, gemici Dursun Kaymak, karısı Saliha’ya yazdığı mektupta diyor ki:

Gemide dün isyan çıktı, gazetelerde okuyup da meraklanma. Kısaca yazayım. Ben yokum zaten içlerinde Mehmet usta deriz tayfalardan biri, elma kabuğuna basıp düşerek bacağını kırar, bunun üzerine gemicilerin 32 kişi olarak çoğu, “Gemide elma var,” bağırtılarıyla, güvertede toplandılar. Önce kendilerine de elma verilmesini, sonra ikici kaptanın araya girmesiyle sadece kabuklarını istediler. Süvari kaptan köşkünde öğle uykusundan gürültüyle uyanır uyanmaz, korkuyla ve can havliyle telsiz kamarasına sığınıp kapıyı kilitleyerek, “Beni gemiciler öldürüyorlar,” diye İstanbul’a telsiz çektirir. Anlatınca ikinci kaptan giderek nasıl iki yıldır un çorbası, fasulye, nohuttan başka yemek yüzü görmediklerini, uğursuz alçak dışarı çıktı ve anlaştılar. Artık haftada bir gün temiz olarak buzlukta saklanmış elma, armut kabuğu yiyebilecekler, karşılık günde bir saat çok çalışarak gemiyi raspa edecekler. Dürzü hırsız! Beyoğlu’nda bir apartman daha almış diyorlar.”

Yazar, Dursun’un çekmecede unutulan mektuplarından yansıyan hüzünlü hayat hikâyesi aracılığıyla, kapitalizmin bozuk düzeninin kimler üzerinden, nasıl yükseldiğini ilmek ilmek örerek anlatıyor.

Ne tuhaf bir cihan felsefesidir ki biz işçi takımına her nesne: yemek, içki, giyecek maddeleri, ısı ve yatacak barınacak olsun ya da eğlence her vakit çok görülür ve insanlığımızı unutmamız istenir bizlerden ama, biz hep, hep değil de arada bir kendi kendimizi insan yerine koyarız. Yazık.” diyen başkahraman Dursun Kaymak, ticaret gemilerinde ateşçilikten başlayıp, ciğeri beş para etmez üstlerinin gözüne gire gire tayfabaşılığına, oradan da ikinci makineciliğe kadar yükselen,,, soyadına pek uygun,,, kaymağı yenilenlerden,,, yani, işçi takımından… Saliha’nın kocası… Ona sırılsıklam âşık… Emekli olunca oturacakları bahçeli ev için biriktirdiği parayı, hasretinden sürekli mektup yolladığı ve mektup beklediği, alamayınca küçük düşüp, kıçaltı kamarasına döndüğü, karısına göndermekte… Kavuşmak istedikçe yârine ve evine, hayatın onu savurarak uzaklara fırlattığı,,, Tanrı’nın yürü ya kulum demediği,,, adı var,,, kendisi bulunmaz bir can… Boynunu karayazısına eğmiş bir ekmek ağacı…

Bozuk düzenin farkında lakin karısının üstelemesiyle ve de nasıl olsa yılan bana dokunmuyor düşüncesiyle,,, -yoksa düşüncesizliği mi demeli-,,, çarkın dişlisi olmayı tercih ediyor… Oysa tayfanın gözü onda… Kırk yıl emek verdikten sonra, altmış yaşına geldiğinde, iyice bozulan düzeni ufacık bi sorgulayınca, tıpkı miadı dolan dişlinin devre dışı bırakılması gibi kenara atılmakla tehdit ediliyor… Sarı öküz meselindeki öküzler gibi nedamet getirse de Dursun KAYMAK-ların kalsın, sen gidebilirsin- modeli, sürüyor eşeğini, Niğde’ye bile gidemeden ehl-i kubura!!!

Hasretlik içerisinde, elin şişkin sırtlarına bir iş dahi edemeden, “Birleşin Dünya’nın Bütün Gemi İşçileri” bile diyemeden, gözü açık,,, “Kırk Kişi Boğuldu” deyiveren gazete kupüründe,,, yıkılan bahçesinin duvarı gibi yıkılıp gidiveriyor… Lakin öteki dünyada iki eli, on bir parmağı yakasındadır o deyyusların,,, hem Tanrı da komaz ya yanlarına zaten!!! Netice: bir YAZIK!!! daha!

Öyküde zaman 1941 -1957 – 1959 yılları etrafında dolanıyor… Aynı süreçteki “Türk Emek Hayatı”na göz atmaya kalksak öncesine bakmadan olmaz. Bilinen ilk grev, yasal olmasa da 1863’te Zonguldak kömür madenlerinde yapılıyor. Ardından Şubat 1872’de İstanbul’da Beyoğlu Telgrafhane işçilerinin grevi görülüyor. 1871’de kurulan “Ameleperver Cemiyeti” o zamanın ilk sendikası. Kuruluş amacı “fakir ve muhtacine iane”… Toplu iş ilişkilerine yönelik çıkarılan ilk yasa Batı’dan çok sonra, geç başlayan sanayileşme nedeniyle ancak 1909’da geliyor: “Tatil-i Eşgal” yani grevleri zapturapta alma kanunu.

Çalışanlar, haklarını korumak ve geliştirmek için 19. yüzyılın sonları itibariyle en başta iş bırakma olmak üzere birçok farklı eylemlere girişiyorlar. “Yönetimler” de boş durmuyor tabii, her türlü karşı atağı gerçekleştiriyorlar.

Cumhuriyet dönemine gelince, yasal zeminde gelişemese de, eylemler sürüyor. 1924’te “Türkiye Umum Amele Birliği” kendini fesh edince, sol eğilimli yöneticileri “Amele Teali Cemiyeti”ni kuruyorlar ama 1928’de kapatılmaktan da kurtulamıyorlar. İşçilerin çalışma ve yaşam koşullarında bir gelişme olmayınca, baskı ve yasaklara rağmen grevler yine de devam ediyor. İstatistiklere göre, 1925 – 1933 arası 35 grev yaşanıyor. Bu grevler sırasında ulaşım ve iletişim gibi stratejik kurumlarda çalışan işçiler, İstiklal Mahkemeleri’nce yargılanıp ağır cezalara çarptırılıyor.

1933’e kadar, Osmanlı döneminden kalma “Tatil-i Eşgal Kanunu”yla idare ediliyor. Aynı yıl, Ceza Kanunu’nda yapılan değişiklikle grev cezaya tabi oluyor ve işçi örgütlenmeleri farklı bir niteliğe kavuşturulmak isteniyor. Tek parti yönetimi 1930’lu yıllarda parti içerisinde “İş Bürosu” ve “Cumhuriyet Halk Fırkası Esnaf ve İşçi Birlikleri Teşekkülleri Bürosu” kurarak işçi kitlesini denetim altına almaya çalışıyor. Bu amaçla çeşitli meslek ve işkolundaki işçiler tek bir dernek veya birlikte toplanıyor. Deniz taşımacılığı işkolundaki yedi ayrı cemiyetin “Deniz Amelesi Cemiyeti” adı altında birleştirilmesi gibi… Kamuya yönelik hizmet veren şirket işçileriyse “İmtiyazlı Şirketler Memur ve Müstahdemin Birliği”nde toplanıyorlar. Fabrika işçilerine de “Sanayi İşçileri Birliği” kuruluyor. Sizce, bu örgütlerin, siyasal iktidar karşısında bağımsız davranmaları ne kadar mümkün olabilir? Olmuyor, tabii ki! Ayrıca 1938’de çıkarılan “Cemiyetler Kanunu”yla sınıf esasına dayalı her türlü dernek kuruluşu yasaklandığı gibi işçiler, grev yapmak bir yana, sendika kurma hakkından bile yoksun bırakılıyor.

I. Dünya Savaşı (1939-1946) bu tabloyu daha da ağırlaştırıyor. Savaşın getirdiği olağanüstü koşullar çalışma ilişkilerini bozmakla kalmayıp, 1940 yılında çıkarılan “Milli Korunma Kanunu”yla bütün işçilerin yaşam ve çalışma koşulları had safhada kötüleşiyor. Günlük çalışma süreleri “iş mükellefiyeti” gereği 11 saate çıkarken, hafta tatili uçup gidiyor. İşçilere çalışma zorunluluğu getirildiği gibi, işyerlerinden izinsiz ayrılmaları da yasaklanıyor. Ücretler reel anlamda yarı yarıya düşerken, enflasyon tırmanışa geçiyor.

Neyse ki savaş bitiminden sonra uluslararası konjonktürün etkisiyle Türkiye’de çok partili yaşam başlıyor ve hemen işçi hareketleri üzerindeki etkileri görülüyor. “Cemiyetler Kanunu”ndaki sınıf esasına dayalı dernek kurma yasağı, 1946 yılında kaldırılınca, çok sayıda sendika hayata geçiyor. Dönemin demokratik eğilimlerinin etkisiyle iki de sosyalist parti kuruluyor ve kısa ama etkili bir sendikacılık hareketi yaşanıyor. Ancak, tahmin edebileceğiniz gibi bu olumlu tablo fazla uzun sürmüyor ve ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki gerginliğe, ülkenin stratejik konumu da eklenince, kurulan sosyalist partiler ve bağlantılı görülen sendikalar 1946 sonlarında alelacele kapatılıveriyor.

İşçilere sendikal hakların tanınması ancak 20 Şubat 1947’de çıkarılan kanunla gerçekleşiyor. Daha önce fiilen faaliyet gösteren sendikalar böylece yasallaşıyor. 1950-60 dönemi çalışma ilişkileri, eskinin yenisi, “5018 Sayılı Sendikalar Kanunu”yla devam ediyor. İşçilere bireysel anlamda, hatırı sayılır düzeyde haklar ve sosyal koruma sağlanmasına rağmen, toplu haklar konusunda yine sınırlandırıcı ve yasakçı olan yasa, dönem boyunca ufak tefek değişiklikler haricinde, tek parti dönemi artığı olarak süregidiyor ve temel hiçbir değişiklik yapılmıyor.

“Grev ve Memurlara Sendika Kurma Hakkı” vaatleriyle iktidara gelen Demokrat Parti, “Ülke ve toplum bu haklar için henüz hazır değil” deyip, yan çizince, Soğuk Savaş Dönemi’nin de etkisiyle, 1950’lerde Türkiye’de işçi hareketi, anti-komünizmin ve milliyetçiliğin zirve yaptığı bir ortamda, gittikçe otoriterleşen DP iktidarının baskısı altında varlığını sürdürmeye çabalıyor. Bu yıllar, sessizlik ve tepkisizlik dönemi olarak adlandırılsa da alttan alta var olan canlılık ve gelişen işçi hareketleri sonucunda 1952 yılında ilk büyük işçi sendikası konfederasyonu “Türk-İş” kuruluyor.

Grev hakkı ancak 1961 Anayasası’yla geliyor, fakat kullanılması için yapılacak düzenlemeler 1963’de çıkıyor. “274 – 275” sayılı bu yasa daha yürürlüğe girmeden, “31 Aralık 1961 – Saraçhane Mitingi”, “3 Mayıs 1962 – Açların Yürüyüşü” ve “28 Ocak 1963 – Kavel Grevi” gibi önemli eylemler gerçekleşiyor.

Grevin anayasal hak olmasıyla, tüm işçi kesimlerinde görülen hareketlilik, ister istemez belediye işçilerine de yansıyor. Bursa Belediyesi otobüs şoförleri, 7 – 27 Kasım 1963’de hak kazanımlarıyla sonuçlanan ilk yasal grevi yapıyor.

Dönemin önemli gelişmelerinden biri de, yapılan bazı grevlerde Türk-İş’in takındığı tavrı beğenmeyen işçilerin ve Türk-İş’e bağlı bazı sendikaların ayrılarak, 13 Şubat 1967’de “Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu – DİSK” i kurmaları oluyor.

Aynı dönemin hafızalara kazınan çok renkli demek yanlış olur belki, çok ses getiren eylemiyse, Çorum Belediyesi İşçilerinin, yaklaşık elli gün süren, 27 Temmuz 1966’da başlattıkları, çıplak ayaklı yürüyüşleri oluyor. Çalışma haklarını tekrar elde etmek amacıyla Genel-İş Sendikası Genel Başkanı Abdullah Baştürk ki sonradan DİSK Başkanı olacak, liderliğinde başlayan Türkiye’nin ilk kitlesel yürüyüşü, Aşık İhsani’nin belediye başkanını protesto etmek için besteleyip çığırdığı dörtlükle, dilden dile dolaşıyor:

Ey sen Johnson Kemal, Çorumlu ağa

Medeni kanunu kaldırdın dağa

Sendika var tek işçiyi sokağa

Keyfin için atamaz atamazsın

Kitlesel yürüyüş demişken, gözümüzü biraz da Dünya’ya çevirirsek, farklı bölgelerde benzer eylemleri görüyoruz. İlki, 1930’da Hindistan’da İngilizlerin koyduğu tuz vergisini ve tuz üretme yasağını protesto için yapılan “Tuz Yürüyüşü”. Mahatma Gandi, 24 gün, 400 kilometre süren yürüyüşünü çıplak ayakla gerçekleştiriyor. Bu yürüyüş, Hindistan’ın bağımsızlık sürecini hızlandıran en önemli gelişmelerden sayılıyor.

Dikkat çekici bir başka eylemse, 1934-1935 yıllarında Mao’nun önderliğinde Çin Milliyetçi Partisi’ne karşı savaşan komünistlerin, çekilme harekâtları boyunca 370 günde 12 bin 500 kilometre yol kat ettikleri yürüyüş. Bu yürüyüş, Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1949’daki kuruluşuna dek, Çin Komünist Partisi’nin “güç ve direncinin simgesi” kabul ediliyor.

1963 yılında düzenlenen “Washington Yürüyüşü” ise tarihe mâlolanlardan. Yürüyüşü başlatanlar: Devlet okullarında ırkçı uygulamalara son verilmesini, istihdam konusunda ırk ayrımına son verecek yeni bir medeni haklar yasası çıkarılmasını, asgari 2 dolar/saat ücretinin tüm çalışanlar için geçerli olmasını istiyor. 28 Ağustos’ta, son nokta Lincoln Anıtı önüne gelindiğinde, Martin Luther King, 200 bin kişiye hitap ettiği, ünlü “I have a dream” konuşmasında şöyle diyor:

“Bir rüyam var. Gün gelecek, eski kölelerin çocuklarıyla eski köle sahiplerinin çocukları, Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar. Bir rüyam var. Gün gelecek, Mississippi eyaleti bile, adaletsizliğin ve baskıların sıcağıyla bunalıp çölleşmiş olan o eyalet bile, bir özgürlük ve adalet vahasına dönüşecek. Bir rüyam var. Gün gelecek, dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil, karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.”

Bu uğurda canını veren King’in ölümü, meseleleri bir nebze iyileştirse de halen sürmesine engel olamıyor. Sayımızda yer alan “Washington Black” isimli kölenin hayatını anlatan aynı isimli kitabın tanıtımını okumadan geçmeyin derim; geçmiş acılar üzerine yükselen bir çığlık adeta!

Türkiye Emek Tarihi’nde bir ilk olma özelliğini taşıyan “Çorum Belediyesi İşçilerinin Yürüyüşü”yse şöyle devam ediyor: Yürüyüşü başlatan işçilerden 54’ü, Çorum’dan yola çıkarak, yirmi yedi gündür protesto amaçlı kesmedikleri sakalları ve çıplak ayaklarıyla, Ankara yoluna koyuluyorlar. Mamak’ta mola veren işçiler, “şu partiden, bu partiden olduğu için değil, zalim işveren olduğu için” belediye başkanını protesto etmek ve haklarını elde etmek adına çıplak ayakla yola çıktıklarını belirtiyorlar.

Bir gazetenin ifadesiyle: Türk sendikacılık tarihinin “ilk Amerikanvari yürüyüşü”nü yapan işçiler, yalınayak 260 km yol katedip 3 Ağustos’ta Ankara’ya varıyorlar. Anıtkabir ziyaretinden sonra Başbakan Demirel’le görüşmek üzere Başbakanlığa yürüyorlar. Amaçlarına ulaşamayınca da isteklerini belirten dilekçe ve afişleri kapıya bırakarak ayrılıyorlar.

Hükümetin sorunu çözmek konusunda devreye girmemesi, belediye başkanının Danıştay’dan çıkan kararı kâle almaması, işçilere, haksızlığı bütün ülkeye duyurabilmek amacıyla çıplak ayakla yürüyüşlerine devam kararı aldırıyor. İlk durak İstanbul… 15 Ağustos’ta Ankara’dan yola çıkıyorlar. Bu sırada geniş çaplı destek gören yürüyüşe Türk-İş de sahip çıkıyor. Hareketi başlatan Genel-İş Sendikası, “Yürüyüş sırasında ölen işçilerimiz olursa öldükleri yere gömülecek ve adlarına da sendika şehidi anıtı dikilecektir. Ölümlere sebep olanlar ise daima işçi düşmanları olarak anılacaklardır.” şeklinde açıklama yaparak, kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışıyor.

Yürüyüş güzergâhındaki birçok yerleşim biriminde işçilere yakın ilgi gösteriliyor, destek veriliyor. Ellerinde taşıdıkları, “Reyimizi aldılar, işimizden attılar”, “Dünya duydu sesimizi, kanunsuzlar duymadı”, “Ellerimizden alınan hakları ayaklarımızla geri alacağız”, “Anayasada yazılı haklarımızı çiğnetmeyeceğiz” pankartlarıyla ilerleyen işçilere, nihayet yolun sonuna doğru CHP’den de destek geliyor. Zonguldak milletvekili Bülent Ecevit’in yaptığı basın açıklamasında: “Çorumlu işçilerin ayakları, Demirel’in yüreği nasırlanmış” denirken, Başbakan, hukuk devleti anlayışından uzak ve sorunun çözümüne duyarsız olmakla suçlanıyor.

Uluslararası işçi sendikalarınca da desteklenen işçiler, 31 Ağustos’ta İstanbul’a varıyorlar. Burada elli yedi sendika temsilcisiyle birlikte Taksim’e giderek, Atatürk Anıtı’na çelenk koyarlarken, göstericilere müdahale eden polisin gözaltına aldığı dört kişiden biri Deniz Gezmiş oluyor. Bu yetmiyor elbette, altı yıl sonra tam da bu ay boynunda ilmekle soluyor bu fidan, iki fidanla daha: Yusuf Aslan, Hüseyin İnan…

Nihayet eylül ayı ortasında Çorum Belediyesi, işçilerin işe geri dönmelerini kabul ediyor ve Türkiye tarihinin en uzun işçi yürüyüşlerinden biri zaferle sonuçlanıyor. İşçiler yürüyerek geldikleri İstanbul’dan, otobüslerle dönüyorlar Çorum’a.

Belediye işçilerinin “Ölüm Yürüyüşü” adını verdikleri, 53 yıl önceki yalınayak yürüyüşleri, pek çok başka örnekle doğrulandığı gibi yürümenin hak ve adalet arayışının en etkili aracı olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Toplam 750 km’yi bulan yürüyüş, hem eylem biçimi olarak, hem de aldığı olumlu sonuçla, kendisinden sonrakilere örnek oluşturuyor. Sadece Çorumlu temizlik işçilerinin kazanımı olmakla kalmayıp, Anayasa ve yasalarla verilen çalışma özgürlüğünün ve sendikal hakların özetle emeğin hakkının korunması mücadelesini hem yükseltiyor, hem de yüceltiyor.

1970’lere gelene dek yapılan eylemlerin önemli ölçüde ekonomik nedenlerden kaynaklandığı, siyasal niteliklerinin olmadığı ve sınıf bilincine dayanmadığı rahatlıkla görülüyor. İşçi hareketlerinin siyasal karaktere bürünmesi yetmişlerden sonra oluyor.

Sonrası, başka bir yazıya kalsın. Biraz da emeğin sevgi boyutundan bahsetmek istiyorum. “Emek ve Sevgi” denince, akla ilk gelenlerden biri, Türk sinemasının unutulmaz filmi, “Selvi Boylum Al Yazmalım” Türkan Şoray, Kadir İnanır, Ahmet Mekin’in başrollerini paylaştığı, 1977 yapımı filmin senaryosunu Ali Özgentürk yazıyor. Yönetmen ünlü usta merhum Atıf Yılmaz… Müzikler Cahit Berkay… Görüntü yönetmeni ise Çetin Tunca… Ekibe bakar mısınız!? Böyle dev bir kadroyu emek verip biraraya getiren yapımcı Arif Keskiner daha baştan başarıyı garantiliyor. Bu arada, Dünya çapında sevilen, en güzel aşk öykülerinin yazarı, Kırgızistanlı Cengiz Aytmatov’un hakkını da teslim etmek lazım. Film, “Kırmızı Eşarp” adlı öyküsünden esinlenilerek hayata geçiriliyor.

Sevginin iyilik olduğunu, emek olduğunu bizlere çok güzel anlatan filmde, büyük bir aşkla Asya ile evlenen kamyon şoförü İlyas, işlerinin bozulmasıyla evini ihmal eder, başka bir kadında teselli arar. Daha sonra terkedilen Asya’nın hayatına giren yol ustası Cemşit, Asya’nın çocuğuna sahip çıkar ve babalık eder. Yıllar sonra İlyas dönünce, Asya karar vermek zorundadır. Kendine: “Ben İlyas’ı mı, çocuğuma babalık eden Cemşit’i mi seviyorum?” diye sorar.

Senaryoyu ve unutulmaz finali yazan Ali Özgentürk’ün diyalogları şiir gibi belleklere kazınır. “Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgârlarıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı… Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan, dost sıcak insan eli… İnsan emeğiydi. Sevgi iyilikti, sevgi emekti…” Filmin sonunda Asya sevdiği erkeği bırakıp, çocuğuna ve kendine hem sevgi, hem de emek veren, Cemşit’i tercih eder.

İşte böyle sayın seyirciler… Ay afedersiniz, okurlar; emeğin yolu gördüğünüz gibi çok çok uzun. “Emek her şeydir” derken, doğru demişiz. Beden emeğinden tutun da, yürek emeğine kadar girmediği, hakkını komadığı tek bir alan bile yok, ne bu dünyada, deniyor ki ne de öte dünyada! Ona göre yani… Ayağınızı denk alın! Nerede bir emek varsa, orada mutlaka bir hak doğduğunu asla unutmayın. Çok emek verdiğimiz her bir sayımızı lütfen, satır satır okuyun, paylaşın, beğenin, bize ulaşın ki, hakkımız kalmasın sonra!..