Gidememek bende tutku, korku hatta bir tür tuhaf utkuya mı dönüştü ne… Çalışılmış da varılmış bir yeteneksizlik gibi… Çok uğraşılmış, uykusuz kalınmış gecelere nihayet ulaşılmış… Kendi kuyruğunu yiyen Ouroboros gibi… Yoksa nasıl başarılır bu kadar gidememek, nasıl açıklanabilir ki? Bir kafede oturmuş bunları düşünüyordum. Bir yol açıldı zihnimin içinden, dümdüz, çim biçme makinesiyle açılmış gibi. Yeni biçilmiş çim kokusunu ve çim makinesinin sesini duydum. Sigaramı küllüğe bastım, içtiğim üç çayın parasını ödedim ve ayrıldım kafeden. 

Zihnimin içindeki yola çıktım, yürüdüm. Tren istasyonuna çıktı çimenli yol. İstasyonda kimseler yoktu. Duvara asılı büyük saat yediyi gösteriyordu. Gündüzün sıcağından sonra yaz sonu akşamının serinliğine çıkmıştı serçeler. Cıvıldaşıyorlardı istasyon ağaçlarında. Gişe kapalıydı. Zaten peronda bir yere gidecek bir tren de yoktu. Herhangi bir trenin herhangi bir yere gitmeyişini bekledim. Bir aşağı bir yukarı yürüdüm biraz. Sigara yaktım. Banklardan birine oturdum. İstasyon duvarlarına baktım oturduğum yerden. Yakında ya da uzakta bir tren yok mu acaba, saat- tarife- güzergâh tablosu arandım, o da yoktu duvarlarda. Bu yokluk duvarından başımı tekrar perona çevirdim. Raylar uzanıyordu önümde, serçelerin sesine kendi sesimi serptim: “Hiçbir şey tren rayları kadar imgesel gelmez bana. Gül bile! Tren istasyonları nedense ömür ile eşleşir zihnimde. Ömrü yollarda tüketmek gerek. Ruhum gördüğüm her trenle yollara düştü. Her geçip giden trene bindirip ruhumu rayların ritmine… ritmine… ritmine… derdimi demirin, derdimi yoluna, derdimi demirin yoldan haline ahvaline döküp… Ruhumu huyuna trenin esenleyip bozkıra… ovalara… dağlar arası zor geçitlere… Değil bir nazenin güzelin yolda kalmış gözüne… Bozkıra, ovalara, dağlar arası zor geçitlere esenleyip yalnız… Hayır, değil bir nazenin güzelin yolda kalmış gözüne…” Bırak şimdi bu sözleri deyip kestim sızlanmalarımı. Hıh, bir tren şimdi kalksa buradan ne olacak sanki binip gidecek misin? İyi de nereye? Nereye olursa, diye terslendim kendime yine. Önemi yok bunun. Hadi lan, dedi içimdeki ses. Diyelim ki bir trene bindin ve yola da çıktın. Daha yarım saat bile yol gitmeden annen arar seni lan! Nereye olursaymış, peh! Evet, yahu annem ararsa… Alo efendim anne? Bir şey yapmıyorum. Hayır, çünkü ben gidiyorum anne. Trendeyim. Nereye olursa anne. Yok, bir şey yok. Sıkıldım anne, çok sıkıldım. Tamam da… Ya ne kızıyorsun dinlemiyorum seni anne! Abuk sabuk hareketler yapma daha nereye gideceğini bile bilmiyorsun hem gidince ne olacakmış? Eve gel hemen! Ne zaman bindin trene? Kime söylüyorum? Yarım saat oldu anne. Tamam, Ergani’ye yetişmeden önce Geyik tren istasyonu var, orada in trenden. Kara yoluna çık, hemen istasyon binasının arkasından geçiyor yol. Ergani’den gelen bir minibüse bin eve gel. İn istasyonda. Kara yoluna çık. Ergani minibüsüne bin eve gel. Duyuyorsun beni değil mi? Ne şansım yok benim Allah’ım. Hadi kapatıyorum. Kapı çalıyor kardeşin geldi herhalde. Hadi hadi… Telefonuma baktım, tam da şimdi arasa annem ne diyecektim. Ben de seni düşünüyordum anne mi diyecektim. Kalktım banktan eve gitmek üzere minibüs durağına gittim. Böyle olmuştu işte ilk gidemeyiş maceram.

Bazı, gitme fikri zihnime dolanınca annemin telefonuna yoğunlaştım. O neydi öyle, bir cevap bile verememiştim. Geveleyip durmuştum. Tam bir başarısızlıktı. İyi ki o gün gidememiştim. Annemi ikna etme cümlelerine iyi çalıştım haftalarca. Her ne söylerse savuşturmayı başardım. Olur da annem ben trende giderken ararsa hazırdım artık. 

Ama hazır olmadığım bir şey engel oldu gitmeme o yılın şubat ayında. Sinemadan çıkmıştım. Bir dinozor filmiydi izlediğim. Kar yağıyordu. Sokaklarda dolaştım durdum, ellerim cebimde. Tren istasyonuna vardım. Öğleden sonra saat üçe geliyordu. Gitmek için güzel bir akşam karanlığı çökecekti birazdan. Peronda tren yoktu ama gişe açıktı. Etrafta insanlar vardı. Ellerinde çantalar. Banklarda oturanlar vardı. Ayaklarının yanında çuvallar. İçimdeki umut arttı. İstasyon binasının arkasından üçer beşer insanlar geliyordu ellerinde çantalar, bavullar, çuvallar, torbalar… Hemen birine sorsam mı tren ne zaman gelecek diye. Gişenin önü kalabalıklaşıyordu. Telefonum çaldı. Ekranda bir öğrencimin adı, cevapladım onu: “Hocam dün gelemedim. Çözemediğim Türkçe sorularım var. Akşam etüdünden önce kursta buluşsak olur mu?” Böylece ben yine gidemedim. Benim de çözemediğim sorunlarım var canım ya, diyemedim. Nasıl diyeyim. “Tamam, getir sorularını çözeyim.” dedim. Çıktım istasyondan, çalıştığım eğitim kurumuna gittim. Ben gidemiyordum hiç olmazsa üniversite sınavına hazırlanan öğrencilerim gitsindi. Bir gün çalıştığım kurumun psikolojik ve rehberlik danışmanı ben öğretmenler odasında çay içerken geldi yanıma oturdu, elinde bir öğrenci defteri vardı. “Merhaba hocam, öğrencinin birine defterinden ödev veriyordum. Bir şey dikkatimi çekti. Hep gitmekli cümleler, örnekler vardı defterde siz mi yazdırdınız? Eğer öğrenci kendi yazmışsa fena hocam, hemen velisiyle görüşmek lazım hayra alamet değil hocam, ne bileyim bastırılmış arzular kaçma planları aile ile sorunlar filan olabilir diye düşündüm. Bakın hocam: 

Gidememek: gitmek fiilinin yeterlilik olumsuz çekimi, yeterlilik kelimesinin altı çizilmiş. 

Gitmeli: gitmek fiilinin gerekliliği

Bakın bu sayfada da var hocam:

Gidersem yıkılmaz bu kent. Yıkılmaz: yüklem, bu kent: özne. Hocam ya bu şiir böyle miydi, Ahmet Telli’nin şiiri değil mi? 

İnsan gidemediklerinin toplamı, kalamadıklarının farkıdır. Sıralı cümle. Daha bir sürü örnek, cümle böyle hocam. Gitmekli kalmaklı, gidememekli kalamamaklı. Bu öğrencide bir sorun var mı sizin gözlediğiniz?” Nihayet susmuştu. “Hayır hocam, bunları hep ben yazdırdım böyle.” dedim. Kaç yıl önceydi bu olay ya?.. Psikolojik ve rehberlik danışman kalkıp gittikten sonra buyurun işte, dedim içimden. Gidemediğin gibi demek ki artık kalamıyorsun da ne haber… O eğitim öğretim yılı boyunca gitmek kalmak meselesini düşünmemek kararı aldım. Ta ki tatil olana kadar diye süre verdim kendime… 

O yılın mayıs sonlarına doğru bir cumartesi günü… Sahi, o zaman ne olmuştu ki. Bahar mevsimi zaten bir yerlere gitmek istemeye yeter. Sıcaklar bastıracak herkes bir yerlere gidecek. Yel bile esmeyecek… Ben kalmak istemiyordum işte kulaklığımı taktım telefonuma Sezen Aksu açtım, sesini yükselttim yürürken tren istasyonuna doğru: “Giiiiiit. Giiiiiiiiit. Giiiiiiit-meeeeee duuuuur ne olursun” kulaklığı kulaklarımı da koparırcasına çektim çıkardım. “Giiiiiiiit. Giiiiiiit. Giiiiiiitmeliyim en azından denemeliyiiiiiiimmm” diye kızdım Sezen Aksu’ya. İstasyona vardım ki peronda bir tren. Bu ne kalabalık sarılmalar el sallamalar… Delirecektim. Elimi cebime attım param vardı, üstüm başım temizdi. Hemen geçirdim aklımdan: annem ararsa tamam tik, bir öğrenci ararsa tamam tik… Birkaç tik daha atacaktım ki telefonum çaldı: “Alo merhaba hocam bilmem ne kitabevinden arıyorum. Kitap siparişiniz vardı. Mahmut Temizyürek’in Kırlangıcım Paranoya ve Orhan Alkaya’nın Yenilgiler Tarihi Cilt 1 isimli kitaplarınız geldi. Kusura bakmayın biraz gecikti çünkü Kırlangıcım Paranoya’nın basımı yapılmıyormuş depodan bulup gönderdiler. Ayırıyorum ben bunları sizin için. Ne zaman gelirsiniz almaya?” Akşam onlar kitabevini kapatmadan gelip alabileceğimi söyledim. On gün önce sipariş vermiştim. Biliyordum o kitabın basımının yapılmadığını. Bulamazlar sanmıştım. Allah kahretsin ki bulmuşlar. “Paranoya Kırlangıcım Paranoya” adında bir şiir vardı o kitapta; o şiiri bir dergide okumuş bu kitabı bulmalıyım yahu, diye aramıştım hele şu dizelere bak demiştim yanımdaki bir arkadaşıma: “Kalp, inleyişinden tanınır / Bir öpünce bir de kırılınca.” Tren de o ara öttürdü uzun düdüğünü ve ben kaldım yine el sallayanların arasında “Paranoya Kırlangıcım Paranoyaaaa” deyip kimeyse artık el salladım. Başım önümde, Orhan Alkaya kitabı da gelmiş demek ki diyerek mırıldandım bir dizesini: “Ölsem eksik. Kalsam… geç mi kaldım ne” Allah var bu sefer çok güzel gidememiştim. 

Bir kalamama dönemi daha başlamıştı işte. Hatalarımdan ders çıkarmalıydım. Gidememe hatalarından. Tabii ya, telefonumu daha istasyona girer girmez kapatmalıydım. Nasıl aklıma gelmemişti bu. Müzik de dinlemeyiverirdim. Dengesiz müzikler… Kimi git diyen kimi gitme diyen beni şamar oğlanına çeviren müzikler. Çok sürmedi bu sefer kalamama dönemi. Olur da bir yerlerde otururken yürürken gitme krizlerim tutarsa diye çantamı hep yolculuğa hazır taşıdım yanımda. İçinde birkaç kitap, para cüzdanı, kartlar, kulaklıklar, şarj aleti, diş fırçası, diş macunu, kalem, defter, baş ağrıları için birkaç ağrı kesici. Çerçi gibi dolaşıyordum. Hoş, eskiden de bunlarsız dolaşmazdım ya artık hataya yer yoktu,  önlemleri almıştım kendimce. Bu defa ne zamandı, sanırım geçen yıldı. Ofis semtinde yürüyordum. Kavşakta bekledim, kırmızı yanmıştı yolun karşısına geçecektim. Gevran Caddesinin, Ekinciler Caddesinin ve İstasyon Caddesinin kavşağındaydım. Bu kavşaktan tren istasyonuna hangi ara sokaktan geçersen geç altı dakika sürer. Bunu, gidemeyen her Diyarbakırlı bilir. Var mısın iddiaya, daha kısa bence dört dakikada gidilir. Altı. Dört. Altı. Dört.  Ben kazandım. Altı dakika sonra tren istasyonundaydım da kim kaybetmişti bu iddiayı? Bunu düşünürken dayım buldu beni. Nihat dayım. Dedemin babası Diyarbakır’a demiryolu hattı çekilirken demiryolunda işe girmiş. Sonra o da kendi oğlunu yani dedemi almış, aldırmış işe. Dedem de kendi oğullarını, yeğenlerini, damadını, köylülerini demiryolunda çalışmaya yönlendirmiş. Diyarbakır tren istasyonu tanıdıklarla dolu yani. Al işte oldu olacak olan en sonunda hiç hesapta yoktu bu engel. Telefonum kapalıydı ama. Sünepe, nasıl düşünmedim bunu ya tanıdıklardan biriyle karşılaşırsam diye önlemini nasıl olur da almazdım. ‘Hayırdır?’ dedi dayım. Ne işin var burada böyle. ‘Hiiiiç.’ dedim. Trenleri sevdiğimi biliyordu. ‘Dur gitsin tren.’ dedi, ‘Gidip çay içelim.’ Gitmese… ya da ben de gitsem diye kırıldım içimden. Elinde yine ajandası vardı. Ajandası bile çok yakışıklıydı. Treni sağ salim gönderme telaşındaydı dayım. ‘Ben gideyim dayı.’ dedim. Çayı unutmuştu. ‘Selam söyle sizinkilere.’ dedi. Çıktım istasyondan. Ana binayı döndüm. Ancak o zaman fark ettim. İstasyon binasının biraz uzağında meydana yakın duruyordu kapkaraya boyanmış lokomotif.  Küçük bir ray üzerine oturtulmuş sembolik bir lokomotif işte, başka şehirlerde de tren istasyonlarında görmüştüm. Dedem daha emekli olmadan önce istasyonda çalışırdı. Veysel dayımla ona bazen öğle yemeği getirirdik. Bak, demişti birinde bu Atatürk’ün lokomotifi. Hep boyalıydı kapkaraya. Durdum baktım basamaklardan. Theo Angelopoulos’un “Ulis’in Bakışı” filminden bir sahneyi hatırladım. Adamın arabası karlara takılıyor gidemiyordu. İniyordu arabadan ve bir uçurumun ucuna çıkıp karlarla kaplı vadiye bağırıyordu: “Ey tabiat çok yalnızsın değil mi? Ben de senin kadar yalnızım. Al sana bisküvi!” deyip elindeki bisküviyi vadiye fırlatıyordu. Bisküvi yoktu ama tatlı krizlerim için çantamda hep çikolata bulunduruyordum. Elimi daldırdım evet, vardı bir tane. Lokomotife doğru yürürken Edip Cansever’in “Yangın” şiirinden bir dizeyi de hatırlamam zor olmadı: “trenlere çikolata yediriyorum bunu her zaman yapıyorum.” Bir kere de ben yapayım diye düşündüm, gidip lokomotifin yanında oturdum. “Ey lokomotif sen de bir yere gidemiyorsun değil mi? Ben de gidemiyorum. Al sana çikolata.” Ben ağladım karaciğerim söküldü, kapkaraya boyanmış lokomotif ağladı, bitter çikolatam ağladı.  

Gidememe taşını sürükledim durdum böyle. Gitmekli şiirlerle, roman pasajlarıyla, şarkılarla, türkülerle, film sahneleriyle iyice ağırlaşmış bir taş oldu bu zamanla. Sisifos… Ben gitmek istiyordum buradan. Yolu da biliyordum üstelik. Ama bir eşikteydim hep. Beri yanı kalamamak eşiğin, öte yanı gidememek. Herkesi görüyordum oradan, gidebilenleri de kalabilenleri de. Ama kendimi? Bu sebepten ayna arıyordum kendim için ve o ayna yollardaydı. Yollar ise trenin davetkâr tekerleklerinde…