O zamanlar herkeste fotoğraf makinesi mi vardı? En ucuzundan da olsa ona sahip olan tek tük insan vardı çevremizde. Kamera Salih’in, gözlerini daha da pörtlek gösteren yakınsak gözlükleri, ufak tefek cılız bedenine karşın inatçı bir kişiliği vardı. Fotoğraf makinesi demez, bizi eleştirir, hep kamera dememizi vurgular, bu uyarısından asla vazgeçmez, bıkmaz, usanmazdı. Yalnız bize karşı değil evlerindekilerle de, aynı inatçı, ya da ısrarcı tavrını sürdürürdü. Tutturmuş babasından kendisine “Zorki” marka meşhur “Laika” benzeri bir kamera almasını istemişti. Biz bilmezdik, Laika ünlü bir marka mıdır? Zorki nedir… Nasıl bir kameradır? O bilirdi. “Baba kamera… Baba… Lütfen Kamera” diye diye oğlanın dilinde tüy bitmişti.

 

Baba da tam Salihlik! Oğluna bak, babasını al, inatçı mı inatçı bir adam. Salih “Baba kamera “dedikçe adam, “Nuh” diyor “Peygamber” demiyor, sessiz ama kızgın bakışlarıyla oğlanı delik deşik ediyordu. Ama Salih bu, direnci bileniyor, yılmadan yorulmadan isteğini tekrarlamaktan asla vazgeçmiyordu. Adam bir gün “Eeeh… Yetti be!” diyerek tutu, bu sıska çocuğa sokağa attı. Salih hiç geri adım atar mı? Atmadı. Kapıdan kovuldu, bacadan girdi. Dikildi karşısına babasının, “Baba Kamera… Lütfen… Lütfen… Lütfen!” diye diretti durdu. Babası hali vakti yerinde, inşaat işleriyle uğraşan, orta karar bir müteahhitti.  Uzun uzun baktı Salih’e, bu sıska çocuktaki dirence, kararlılığa hayran oldu, yüreği yumuşayıverdi. Belki de ilk defa şefkat ve takdirle sardı Salih’i, kollarının arasına alıp sımsıkı göğsüne bastırdı. O katı adam yumuşadı. Çocuğunu o zamana dek duymadığı bir sevgiyle alnından, yanaklarından öptü. O esnada orada biri olsaydı da dikkatle babayı izleseydi, gözlerinin dolduğunu görebilirdi. Kimsecikler yoktu görmedi, “Peki… Tamam…” derken titreyen sesini duymadı. O günden sonra baba asla oğlunu azarlamadı. Salih de başka bir istekte bulunmadı. O gün, orada, kendiliğinden ayarlanmış bir yoğunlukta ve mesafede ilişkileri sürdü gitti.

 

Bir gün Salih kamerasıyla okula geldi. Hepimiz apışıp kaldık. O sıska çocuk kamerasıyla bize devleşmiş görünüyordu. Kutsal kamerası boynunda, o nereye gitse biz de ana tavuk peşinden koşturan ‘külükler’ gibi onu takip ediyorduk. Onu hayranlıkla izliyor, ne yapsa ne etse hepsine mühim anlamlar yüklüyorduk. O gün fotoğraf çekmiş miydi? Kaç poz çekmişti? Kimler çekilmişti?

 

Okuldan sonra her birimiz kendi yolumuza, menzilimize kilitlendik. Farklı yerlerde değişik mesleklerde ilintisiz işlere dolanık hayatlar süren yetişkinler haline geldik. Okul arkadaşlarımı, hele Kamera Salih’i çoktan unutmuştum. Taa ki bu gün öğlen, elime müthiş bir kitap geçene kadar…

 

Kitap, uluslararası fotoğrafçılardan sekiz fotoğraf sanatçısının ünlü fotoğraflarını tanıtıyor, her fotoğraf sanatçısının fotoğraflarındaki teknik, estetik değerleri ve ustalığına dair kapsamlı bilgiler veriyor, aldığı ödüllerden söz ediyordu. Bizim Kamera Salih’imiz de kitaba dahil edilen sanatçılardan biriydi. Kitap müthiş, Salih’in fotoğrafları daha da müthişti! Hayran kaldım. Yazar, Salih’in fotoğrafları için bir yerde aynen şöyle diyordu:

“…Salih’in fotoğrafları, yalnız kusursuz bir teknikle bize doyumsuz estetik güzellikler sunmaz, aynı zaman da derin bir içerik, dozunda duygusallıkla yepyeni destanlar anlatır. Her bir karesinin ardında bilge bir anlatıcının ne dediğini bilen, kararlı görsel sesini duyarız…”

 

Bu satırları okuyunca boğazım düğümlendi, gözlerim yaşardı. Salih’imizi düşündüm. Acaba şimdi ne yapıyor, nasıl görünüyordu o çelimsiz çocuk! Çocuk halimizle ona nasıl haksızlık ettiğimizi şimdi fark ediyordum. “Kamera Salih” diyerek onun insan kimliğini, mekanik bir fotoğraf makinesine gömmüş, optik bir nesneye dönüştürmüştük. Oysa şimdi, bu dijital dünyada herkes sadece bir ‘kamera’dan ibaretti . Mekanik, duygu yoksunu, anlattığı bir derdi, bir öyküsü, yüreğimizi ürperten vurgusu olmayan, bakıp fırlatıverdiğimiz görseller! Bu değersiz çokluk içinde bizim Salih’imizin eserleri ufuk açıcı, estetik ve ahlaki değerlerin oluşmasına yol açan ve umut veren ‘fotoğraf’lardı. Salih’imizle bir kez daha gurur duydum.

 

Şu an fark ettim ki, Kamera Salih’e, Salih’imiz demeye başlamışım. Eeee… İnsanoğlu işte! Biri yükselişe geçti mi peşine takılıverir, düştü mü bir tekme de biz atarız. İnsan olarak vahşetimizden ve bunun bendeki izdüşümünden utandım. Bu utançlı durum içinde istemesem de karşıma bir soru dikilip durdu: “Şimdi Kamera Salih’le karşılaşıp sohbet etseydim ne olurdu? Eski günlerden, gelecekle ilgili tasavvurlardan söz etseydik, Salih benimle gurur duyar mıydı? Bu soru karşısında sandığım kadar umutsuzluğa düşmedim. Her ne kadar Salih gibi uluslararası başarıları olan biri değilsem de, güzele, doğruya ve iyiye, hak ettikleri değeri verebilecek seviyeyi tutturmak da az bir şey miydi? “Evet” dedim kendi kendime. Şimdi Salih’le karşı karşıya olsaydık, o da benimle gurur duyardı diye kestirip attım. Ardımda sırıtıp bana nanik yapan dijital hayaletlere aldırmadım bile!

 

İş çıkışı dalgın adımlarla eve doğru yürürken adamın biri bana çarptı. Yoksa ben mi ona çarpmıştım? “Arkadaş sen hep önünü görmeden böyle dalgın mı yürürsün?” Sesinde, mahsustan kızmış gibi yapan alaycı bir ton vardı. Döndüm. Türk dizilerinde, olmazı olduran bir sahnenin tam da ortasındaydım. İçimden “Yok… Daha neler” dedim. Baktım bizim Salih kollarını açmış bana doğru geliyordu. Kucaklaştık. “Nereden çıktın, burada ne yapıyorsun?” diye sordum. Verdiği yanıt, dalgınlığımın belgesi gibiydi:

“Burada bir konferansa katıldım. Uzaktan seni gördüm. Bir kitapçıya girdin. Emin olmak için ben de daldım kitapçıya. Önce sana seslenmek, gelip sarılmak istedim. Sonra seni gizlice izlemeye karar verdim. Daha eğlenceliydi. Görüyorsun… Hala ufak tefeğim. Kendimi senden gizlemem kolay oldu. Bir kitapta karar kıldın. Aceleyle sayfaları çevirdin. Kitabı tanıyordum. Yüzündeki mutluluğu gördüm.”

Anlattıkları bugün öğlen tatili sırasında kitapçıda yaşadıklarımdı.

 

-Neden kendini benden sakladın?

-Zaman azdı. İkimize daha fazla zaman vermek istedim. Bunu ikimizde hak etmiyor muyuz?

-Elbette!

 

Haklıydı. Koluna girdim. Eve gidiyoruz dedim. İkiletmedi. Eve doğru yürürken, “kutlarım” dedi, “bankada müdür olmuşsun, elinin altında milyonlarca lira var.” Güldüm. “O milyonlar banka dâhil herkesin, benim değil, ama senin yüzlerce çok da güzel fotoğrafların var” dedim. O da güldü. “Onlar da benim değil, herkesin!”

 

Sonra birlikte güldük!