Bir zamanlar devam ettiğim dans kursunun hocasından bahsetmek değil niyetim. Konunun onunla da ilgisi var tabii. Başka şeylerle de. Ebeveynlikle, bedenlerimizle, spor ya da sıfır beden takıntısı olan insanlarla. Zayıf insanlarla, şişman insanlarla.

Benim durumumun hangi kategoriye girer bilmiyorum ama şişmanlıktan bir bulaşıcı hastalık gibi korktuğumu ve ince beden takıntım olduğunu biliyorum. Psikiyatristlerin yeme bozukluğu tanısı koyduklarından değilim ama. Yani hiçbir zaman yiyip kusmadım. Ya da hiç bir zaman ölecek kadar yememe hastalığına tutulmadım. Hayatımın hiçbir döneminde kilolu olmadım. Ama itiraf edeyim: Şişman insanları sevmediğim gibi onlara kızıp öfke de duydum çoğu kez. Yani hayatla kurdukları ilişki biçimi yüzünden. Çok basit bir hesapla, şişmanların az hareket edip çok yediklerini düşünürüm. Az hareketli oluşları tembel oldukları anlamına gelir. Durmadan tıkınan oburluklarını ise bir tür ölçüsüzlükle, vurdumduymazlıkla eşleştiririm. Yazdıklarımı okuyan bazı şişmanların bana nasıl da diş bileyeceklerini biliyorum. Elbette benim de çevremde hani şu esprili, gamsız ve sevimli şişkolardan var. Ama ne yapayım ki, onları da çoğu zaman atıştırırken görüyorum. Sonra onları o şekilde görünce, açsam ve doğal olarak sinirliysem şunlar geçiyor aklımdan: Oturup tıkınmaktan başka bir şey yaptığın yok, seni doyurmak ne kadar da zor, gıda stoklarına yazık, yakında kiloların yüzünden oturduğun yerden kalkamayacaksın… Ya dünyadaki açlar! Henüz yeni çiçekten kurtulmuş küçük erik ağacından minicik bir erik tanesini kopardıklarını görüp yine öfkeleniyorum, içimden: Hey şuna da bakın, bit kadar erikcik senin dişinin kovuğuna yetmez, bir de koca gövdenle abandığın ağacın dalını kıracaksın neredeyse.

İnce bedenli insanların kanaatkâr olduğunu sanıyorum. Kendilerine, kendi istek ve arzularına odaklı yaşamadıklarını, azla yetindiklerini. Genelde bu tipleri hareket halinde görüyorum. Mağarada yaşayan atalarımızı düşünüyorum. İçlerinde şişman olduğunu sanmıyorum. Vahşi hayvanlardan kaçarken, her zaman bol besin bulunmazken kilolu olmaları zor olsa gerek. Besin zincirinin tepesine çıktığı gün insanoğlu boku yedi bence.

Şimdi dans hocasını anlatayım size. Tam benim hayalimdeki kişiydi. Bir kere bir seksenin üzerindeki uzun boyu, iri, kaslı vücuduyla, güçlü – kuvvetli görünen, enerjik, dışa dönük ve hareketli bir yapısı vardı. Gerçekten dünyaya bedeni üzerinden bir şeyler yapmaya gelmiş gibiydi. Yani daha önce fark edilse olimpiyat müsabakalarında çeşitli dallarda pekâlâ yarışabilirdi. Olimpiyat yarışları demişken bu yarışmalardaki sporcular beden estetiğinin arenasına çıkıyorlarmış gibi gelmiştir hep bana. Zarafet ve gücü kendiliğinden, muhteşem bir eşgüdümle bir araya getiren sporcuların kaslı bedenlerini, gururla, gözlerim yaşararak izlerim.  Bir podyumda yürüyen mankenler içinse asla böyle hissetmem. Sanırım beni asıl etkileyen devinim halindeki bir bedende işleyen farklı kas gruplarının birbiriyle kombinasyonu, bedenin sınırlarının zorlanması, çalışması vs. Bu ister bir tarlada ot biçmek olsun, ister dans etmek, ister folklor oynamak, koşmak, zıplamak, vs, vs…

Bir zamanlar otuzlu yaşlarımızı süren beyaz yakalı çalışanlar olarak akşamları iş çıkışı gittiğimiz dans kursunda hareket etmiş, amaç edinmiş, dans öğrenmiş, sosyalleşmiş, hem de eğlenmiş oluyorduk. Her topluluk bir süre sonra kendine özgü nitelikleri olan bir tür sistem, bir organizma haline geliyor. Tek tek içindeki bireylerden oluşmuş ama onların toplamından daha farklı biçimlenen bir oluşum. Şimdi düşünüyorum da, haftada üç kez bizi bir araya getiren bambaşka nedenler vardı o gün için bilmediğimiz. Hoca ise oldukça gayretli bir tutum içinde her birimizle tek tek dans ederek hepimizle ilgilenmeye çalışırdı. Dansa gelenlerin içinde kilolu insanlar da vardı haliyle ve hocanın onlarla ilgili kan ter içindeki gayretkeşliği görülmeye değerdi. Biz kilolu olmayanların yanında tombullara iki katı hareket yaptırmak için uğraşır didinirdi. Hocanın şöyle bir teorisi vardı. İnsanoğlu ilk başlarda doğada yaşarken daha çok devinim halindeydi, hayvanlar gibi koşup zıplıyordu, av bulmak için ya da hayatını korumak için bedensel olarak hareket ediyordu. Gerçekten biz kursiyerler ofisten çıkıp arabayla dans salonuna gidiyor, akşam da arabayla evdeki televizyon koltuklarımıza dönüyorduk. Gün boyu ise bilgisayar önünde oturarak çalışıyor, öğlen asansörle üst kattaki yemek salonuna çıkıyor, sonra da tekrar işimizin başına dönüyorduk. Dans bizi, varoluşumuzun ilk zamanlarına götürebilirdi. Bunları anlatan hoca, halka haline getirdiği topluluğumuzda eski pagan kültürümüze ya da evrimsel geçmişimize ait genleri harekete geçirmeye çalışıyordu. Daldan dala atlayan şempanzeler gibi koldan kola atlar, ateş etrafında dönen atalarımız gibi sallanır, kuşlar gibi kollarımızı açar, ördekler gibi yürür, sincaplar gibi zıplardık. Yoksa hoplayıp zıplamaktan neden bu kadar eğlenelim ki? Bunda hocanın yakışıklılığının da payı elbette vardı. Adeta mistik bir şaman gibi kime dokunsa, yani kiminle dans etse o kendini iyi hissederdi. Nasıl bazıları beste yapıyorsa, bazı insanlar da müziği daha iyi duyuyor, bedenle müzik arasındaki ritmi çok iyi kurabiliyordu. Şanslıydım, bedenim her zaman müziği duydu ve ona uyum sağladı. Dolayısıyla iyi bir kursiyer olduğumdan hocanın yanıma sıklıkla uğraması gerekmiyordu ne yazık ki! Biz eğlenirken, o ciddiyetle hareketlerimizi düzeltir, bıkıp usanmadan gösterirdi.

Bir gün hocayı kursiyerlerden biriyle dışarıda sarmaş dolaş yürürken gördüm. Doğrusu şok olmuştum. Şok olmamın sebebi onu biriyle sarmaş dolaş görmem değildi. Kız bizim kurstan ufak tefek minyon, öyle baskın bir özelliğini de hatırlamadığım silik biriydi. Güzel desem değil, çok iyi dansçı desem değil. Boyu adamın beline filan geliyordu. Birbirlerine sarılmış görünümlerinin bana sorarsanız dramatik bir yanı vardı. Biri yukarıdan aşağı diğeri de aşağıdan yukarı ötekine bakıyordu. Karşılıklı paralel durduklarında asla göz göze gelemeyeceklerdi! O ikisinin dünya umurlarında gözükmüyordu. Ama neden diye sordum kendi kendime. Kızgındım. Bu kadar umursamaz görünmeleri mi? Hayır, hayallerimdeki mükemmel beden imgesinin karşılığı bu olmamalıydı. Ayaktayken onu nasıl öpebilir, resmen çökmesi lazım diye düşündüm. Bana göre hocanın sevgilisi de en az onun kadar uzun boylu ve sıkı vücutlu, hareketli olmalıydı. Beni görmediler, arkalarından bakakaldım. Kız, bir çınara uzanmaya çalışan sarmaşık gibi oğlanın bedenine dolanmıştı. Bu görüntü zihnime adeta çakıldı.

Daha sonra ne oldu bilmiyorum. Yani evlenip evlenmediklerini. Her zaman olduğu gibi bir süre sonra kurs ve kursiyerler yavaş yavaş dağıldı. Yıllar geçti. Gençken normal kiloda olmak için asla gayret ettiğimi anımsamıyorum. Doğal olarak öyleydi, yediğimi yakıyordum. Sonra yaşlanmaya başladım. Artık daha az yemek ve daha çok hareket etmek için gayret etmem gerekiyordu. Yürüyüşler ve jimnastik hareketleri yapmaya başladım. Spor salonlarından hoşlanmıyordum. Dolayısıyla yeni taşındığım evin yakınındaki bir parka yürüyüş için gidiyordum.

Bir süre sonra parkta bir genç kız görünmeye başladı. Genç bir kızdı ama bir sorun vardı, obezite derecesinde şişmandı. Genç olduğu için kilosuna rağmen hızla ve gayretle yürüyebiliyordu. İtiraf ediyorum, ona yine tiksintiyle bakmıştım. Hem genç hem de şişman diye söylenmiştim. Zavallı kız, etrafla ilgilenmiyor gibi görünse de tedirgin gözlerle çevresine kaçamak bakışlar atmaktan alamıyordu kendini. Kiloları yüzünden çevresinden özür diler bir hali vardı. Utanıyordu. Kızın o parkta bulunuşunda, yağlı bedenini gayretle taşımasının arkasındaki dramı nasıl da merak ettim. Bir şişkoya ilk kez üzülüyordum. Ama kız sebatkâr şekilde sabahları gelmeye ve ürkek bakışlarla yürümeye devam etti. Hayır, öyle kilo filan vermedi, ama artık eskiye göre daha dinamik yürüyor, bakışlarını etraftan daha az kaçırıyordu. Benim de gözüm ona iyice alışmış hatta gayretkeşliğine saygı duymaya başlamıştım. Sonuçta yaşıtlarının uykuyu tercih ettiği bir saatte yılmadan geliyor ve bedenine rağmen yol alıyordu. O bedeni taşımak kim bilir nasıl da zordu; zayıf insanlara göre taşıdığı yük daha fazlaydı. Çünkü artık ben de biliyordum bedeni taşımanın zorluğunu. Benimkisi kilodan değil yaşa bağlı deformasyondandı.

Sonra bir sabah ben yürüdüm, kız yürüdü. İnce ince yağan yağmur altında ikimizden başka kimse yoktu. Bu durum beni ona daha yakın hissettirmişti. Ben böyle tenha ve yağmurlu sabahları daha da çok seviyordum. Park bizim gibiydi. Artık kızın tedirginliği de benim bakışlarımın alaycılığı da kalmamıştı. Yağmur yaşamı güzelleştiriyordu.

O sırada dışarıdan koşarak gelen uzun boylu bir adam kıza seslenip o geçerken alkışladı. Yan yana geldiklerinde ne kadar benzediklerinin görerek şaşırdım, kızı olmalıydı, adam bravo diyerek kızını destekliyordu. Kızın uzun boylu, estetik vücutlu babası ilgimi çekmişti, daha da dikkat edince onun bir zamanlar dans hocam olduğunu anladım. Hani şu uzun, mükemmel vücutlu, kaslı dans hocası. Hâlâ etkileyici gözükse de yine de bir orta yaşlı adam bedenine sahipti ne yazık ki.  Onlara iyice bakınca aslında kızın da boy posuyla, endamıyla o şişko görünümünün altında aslında ne kadar babasına benzediğini şaşırarak gördüm. Güzellik ve çirkinlik aynı kaynaktan çıkıyordu aslında. Tek fark ikisinin genç yaşlarındaki görüntüleriydi sanırım. Demek bu heykelsi güzellikteki bedene sahip adam kendinden çok kısa bir kadınla evlenip bir de şişman bir genç kızın babası oluvermişti. Mükemmellik yanı başında zıddını barındırarak ondan mı güç alıyordu? Güzellik çirkinlikten, doğru yanlıştan, sevinç kederden mi besleniyordu? Adam, farklılıklarla kurduğu ilişkilerle özelliklerini ölümsüzleştirmek mi istemişti! Bu gökyüzündeki katından dünyaya inerek dünyeviliği seçen Olimpos tanrısı adamı neden sevdiğimi anladım. Genç kıza gelince, büyüyebilmek, ana babasından farklılaşabilmek için bedenini kullanmış, minyon görünümlü annesinden ayrışabilmek, farklılaşabilmek için devasa bir bedene bürünmüştü. Genç kız için bir kez daha üzülmüştüm. Ama düşündüm de, o bunun üstesinden gelecek gibi duruyordu. Baba kız birbirine sarılarak uzaklaşırken onlara bakakaldım.