“Ay şimdi mi buldun bilgisayarın üstüne yatacak zamanı? Tam da düşüncelerimi toplamış, cümlelerimi oluşturmuş bir çırpıda yazacakken… Hadi kalk oğlum, bırak yazayım. Sonra kaçtı mı kaçıyor, biliyorsun. Cilve yapma bana öyle mırıl mırıl. Dayanamam sana bilirsin. Yazmamı mı kıskanıyorsun yoksa? Bir tek benim şefkatime ihtiyacın olduğu şu anda nasıl sana kıyarım? Kucağıma yatsan da, ben de bir yandan yazsam olmaz mı? Bak nasıl da göbek açıldı şimdi! Tamam, tamam anlaşıldı. Yazı yazılmayacak . Gel bak, rahat koltuğa geçtim. Gel kucağıma seveyim seni, hazır kendiliğinden gelmişken. Sonra yazarım artık.”
Kedinizin size yanaştığı, sevilmek istediği anlarda, her şeyi bırakıp o nadir ânın keyfini çıkarmayanınız yoktur sanırım. O günlerdir kafanızın içinde dolaşan cümleleri en nihayet bir düzene sokmuş olsanız bile… Cümlelerinizin her biri bir yana kaçışırken kucağınızda kedinizin mutluluk mırıltıları içinde kaybolur, kaçan cümlelerin eteğinden bile tutmaya çalışmazsınız. O öyle sihirli bir andır. Bu mutluluk senaryosunun içinde kendinize yardımcı rolü vermişken – kediniz her zaman başroldedir – birden, ne olduğunu anlamadığınız bir anda kediniz kucağınızdan fırlayıverir. Ya sizin görmediğiniz bir şey görmüştür ya da sadece sıkılmıştır. Siz kucağınızda hâlâ kedinizin sıcaklığı, yeniden toplamak zorunda olduğunuz cümlelerinizle kalırsınız öylece. Sinir bozucu değil mi! Ama hayır, kızmasınız, öfkelenmezsiniz. Saf sevgiye bulanmış o birkaç dakikanın keyfi yerleşmiştir bir kere yüreğinize. Değil mi ki, sadece kendi istediği zaman kendini sevdiren kediniz sizi istemiş, sizin sevginize ihtiyaç duymuştur, o özel insan olma duygusunun keyfini hiçbir şeyle değişmezsiniz. Varsın yazı beklesin, cümleler perde aralarına saklansın, siz yeniden hiçbir şey olmamış gibi geçersiniz işinizin başına ve duvarlara yapışmış kelimeleri, perdeler arasındaki cümleleri aramaya başlarsınız sakince.
İşte böyle bir büyüsü var kedilerin. Bu büyüden etkilenmeyenlerin “kedi nankördür” kalıbının içine sıkıştırdıkları kediler kesinlikle nankör değil, sadece doğalarını yaşayan ve ona asla müdahale edilmesine izin vermeyen hayvanlar. İnsanoğlu olarak aslında hepimizin olmak istediği ama toplumsal, ahlaksal baskılar altında olamadığı bir hâl. Yüzyıllardır doğru-yanlış parametrelerinin içinde yaşayan, bu parametrelere isyan eden, farklı bakış açısı sunanların dışlandığı bir dünyada yaşayan insanoğlunun özlemini çektiği bu durumun canlı örneğini görmesi kimisi için ne kadar hayranlık verici, kimisi için ne kadar sinir bozucu. Düşünsenize tam işini yapmaya oturmuş birini rahatsız etseniz veya tatlı dille işini bırakmasını sağladınız ama birkaç dakika sonra sanki onu engelleyen, durduran, yarıda kestiren siz değilmişsiniz gibi çekip gitseniz ne olur? En iyisi düşünmeyin. Kedilerin yarattığı mutluluk aurasından çıkmayalım.
Belki de tam bu nedenden sanatçıların hep (ya da genellikle) sevdiği, beslediği, eserlerine konu ettiği bir havyan olmuştur kediler. İnsan ruhunun derinliklerinde gezen ressamların, edebiyatçıların bu gizemli hayvanı anlamaya, insanoğlu üzerinde yarattığı etkileri çözmeye çalışmaları, bu hayvana hayranlık duymaları sık görülen bir şeydir. Örneğin Ernest Hemingway “Kedinin dürüstlüğü tamdır. İnsanlar çeşitli nedenlerden dolayı duygularını saklayabilirler, ama bir kedi asla” diyerek açıklar kedilere düşkünlüğünü. Mart Twain ise “Tanrı’nın yarattığı tüm canlılar arasında tutsaklaştırılmaya boyun eğmeyen tek canlı vardır, o da kedidir” diyerek açıklıyor hayranlığını. Türk edebiyatında da kedi temasının sık sık kullanıldığını görürüz. Kedi tüm karakter özellikleriyle iyi bir simgesel figür olarak da çıkar karşımıza.
Mart ayı kedi ayı denir. Biz de, Kil-tablet ekibi olarak, bu ayda kedilerin iyice zirveye çıkan duygularına gem vurmama, kurallara uymama, kendi içgüdülerin doğrultusunda bu yaşamda varoluşlarına öykülerimiz aracılığıyla bir göz atalım, olmak istediğimiz ama olamadığımız hallerde gezinelim istedik. Kim bilir belki kendimize dair yeni şeyler keşfederiz. Belli mi olur?
Keyifli okumalar dileğiyle Mart sayımıza hoş geldiniz.