Hasan Reis sırt üstü yatmayı sevmezdi hiç. Yan tarafına dönmeye çalıştı ama
yüzündeki sargı, alçılı sol kolu buna izin vermedi. Huzursuzlandı. Sabah vizit
telaşı başlamıştı koğuşta. Diğer refakatçiler gibi karısı da dışarı çıkartılıyordu.
Sağ eliyle yüzüne dokundu, sargıların altında aradığını yine bulamadı. Sabırla
doktorunu bekledi.
“E Hasan Reis, bugün nasılsın bakalım? Kolun böyle üç hafta daha kalacak ama
yüzündeki sargıları yarın açacağız” diyen genç doktora,
“Kolu boş ver doktor bey, burnum ne halde sizce” dedi merakla. Hastaneye
geldiğinden beri cesaretini toplayıp sorduğu ilk soruydu bu.
Her hastanın derdi farklıydı. Hiç düzelemeyeceğini düşünüp hayata küsenler,
durmadan internette araştırma yapıp doktorculuk oynayanlar, yediği yemekten,
yataktan, pencerenin açılıp kapatılmasından, yaşadığı her şeyden şikâyet
edenler, şu ilaç dokunur mu, bu ilaç dokunur mu diye soranlar ve niceleri.
Doktorların en sevdiği hasta tipi Hasan Reis gibi az konuşup tevekkül içinde
bekleyenler olurdu.
“Sen şimdi dinlen, yarın sargılar açılınca anlaşılır ne olduğu. Bak, hayattasın,
bunun için dua et” diyen doktorun bir şey sakladığını tahmin etti ama yürüyüp
giden doktora ısrar edemedi. Az sonra refakatçiler içeri doluşmaya başladı.
Uyuma numarası yapıp gözlerini sımsıkı yumdu. Sert ayak seslerinden, kendine
özgü, ne olduğunu yıllar geçse de anlayamadığı çiçek, ot, ter karışımı
kokusundan gelenin karısı olduğunu tahmin etti. Yasak uyarılarına aldırmadan
içeri soktuğu çayı olabilecek en abartılı şekilde içiyor, poğaçayı ağzını yaya
yaya yiyordu. Yeme ve içme bittiğinde uzun eteğinin gözlerden gizleyemediği
koca poposunu kaldırıp elindekileri çöpe attı. Serçe parmağıyla dişlerine
yapışan kırıntıları temizledi. Hasan Reis gözleri kapalı, karısının yaptığı tüm
hareketleri ezberinden izleyebiliyordu. Kadın geğirip yemeğe son noktayı
koydu. Suni deriden yapılmış, sapları artık tırtık tırtık olmuş çantasından
örgüsünü çıkarıp örmeye başladı. Şişlerin tıkırtısı kulaklarında uğulduyor,
Hasan Reis’i çileden çıkartıyordu.
“Yeter Hanım kes şunu” diye bağırmaya çalıştı ama sesi utanacağı incelikte
çıktı.
Sesi duyan kadın, ne dediğini anlamadı.
“Hah! Uyandın mı? Sana da çay getirecektim ama o lânet hemşire izin vermedi.
Birkaç gün daha o tatsız tuzsuz yemekleri yiyecekmişsin bey. Neyse, yarın
sargılar açıldıktan sonra ne zaman taburcu olacağımızı söyleyecekler. Şu domuz
suratlı doktor ağzını açıp bir şey söylemiyor ki. Burnu büyük herif ne olacak!
Ah, Hasan Reis şu yüzüne dokunmaya çalışmaktan da vazgeç artık. Bak
hayattasın ya, duacı olmak lâzım. Ya sana bir şey olsaydı. Allah korudu valla.
Yoksa üç çocukla ben ne yapardım?”
Hasan Reis gözlerini açıp karısına baktı. Ona tek kelime söylemek bile
istemiyor, konuşmasına tahammül edemiyordu. Karısı başı önünde, sanki o
gece bitirmesi gerekiyormuş gibi hızla örgüsünü örmeye, bir yandan da
anlatmaya devam etti.
“… sonra dedim ki dayıoğluna, madem şimdilik takayı kullanamayacak sen çık
balığa. Bizim de hakkımızı verirsin. Ama kaç gündür eve bir kasa bile balık
gelmedi. Neymiş, işler kesatmış. Hiç balık yokmuş. Ah, işte bunların eline
düşmeyeceksin bir kez. Kuyruğu kaptırdın mı yandın.”
Hasan Reis karısını dinlemekten, susturmaya çalışmaktan vazgeçti. Balığın tam
bol olduğu günler. Yosun kokusu, denizin kokusu, bir tekne dolusu balığın
geniz yakan kokusu burnunda tüttü.
Burnu!
Ona Kartal Reis unvanını kazandıran, her yere kendinden önce giren, en uzun
burun ödülünü kazanıp gazetelerde resmi çıkan burnu. Karadenizli olmasının
gurur kaynağı. Bir madalyon gibi taşıdığı burnu. Kendi evlatlarına genini
verdiği burnu. Kolu umurunda bile değildi. Nasıl olsa kırık kol iyileşir diye
düşünüyordu. Ya burnu! Ya kırıldıysa ya o görkemi kaybolduysa ya küçücük
düğme gibi kaldıysa. Erkekliği gitmiş gibi hissetti. Eli tekrar burnuna gittiğinde
karısının kalın parmakları bir pençe gibi yakaladı onu.
“Yeter, Hasan Reis. Alt tarafı bir burun. Canından önemli mi? Hem zaten çok
büyüktü. Çocuklarına da vermişin aynısı. Hık demiş burnundan düşmüşler gibi
bir örnek. Kız bu yüzden komalarda zaten. Küçülttürecem de küçülttürecem
diye tutturuyor. Anayım ya senden korkusuna tüm gün bana vık vıklanıyor.
Hah! Şimdi yattığın yerden kızacaksın belki ama oğlan kaç gündür okula
gitmiyor haberin olsun. Dün yengem görmüş, pazarda dolanıyormuş, bunu
görünce pır tabii. Akşam sofraya oturmadı bile. Ah! Sen başımızda yoksun ya,
hepsi bir yerlere kaçışıyor. Dün lahana dolması koydum sofraya, bu sefer de
senin fırlama Çetin demez mi haybuyger istiyom ben diye, daha üçünde velet.
Vallahi Allah şahit, o lahanaları nasıl ağzına tıktığımı bilemedim. Bak, sakın
kızma, dertleşiyoruz diye anlatıyorum sana. Bugün yengem başlarında merak
etme. Seni burada yalnız koyacak değilim ya.”
Hasan Reis bir süre sonra karısının anlattıklarını duymamayı başardı. Aklı
denizlerdeydi. Denizde ölürüm derken bir arabanın çarpmasıyla geldiği hali
düşündü.
“… sonra neymiş, ziyaret saati değilmiş. Diyorum ki dünyanın bir ucundan
gelmiş bu insanlar, yok alamayız. Dün on üç numaraya gelenleri aldınız ama
dedim ben de. Aldın, almadın başladık mı tartışmaya. Ablan, enişten, onların iki
oğlan, bir de Ahmet amca geride öyle bekliyor. Zaten yoldan gelmişler, bir de
kapıdan sokmadılar iyi mi?! Sonra bahçedeki çay bahçesine oturduk. Karnım da
aç, ablan yapmış kıymalı börek, sen seversin diye. Vallahi yarısını yedim. Sana
yasak diye ha, sakın kızma. O tutturdu bir dilim de olsa yesin kardeşim diye,
baktım çok ısrar ediyor verdim refakatçı kartını gizliden soktu içeri böreği ama
sen derin uykudaymışsın da kıyamamış uyandırmaya bir türlü.”
Hasan Reis boğulduğunu hissediyordu. Kalkmaya yeltendi. Başaramadı.
Çaresizce yattı tekrar. Gözünün önüne düğme burnuyla kahveye gidişi geldi.
Yağmurlu havada ıslanmadan içtiği sigarayla hava basamayacaktı, okeyi
masaya burnuyla atamayacaktı, burnu büyük olanın aleti de büyük olur diye
kasılamayacaktı. Kendini iyice ezilmiş, küçülmüş hissetti. O artık Kartal Reis
olamayacaktı. Peki ya burnu o kadar kötü değilse? Belki de sargılardan
anlamıyordu. Bir an önce sargılardan kurtulmalı ama önce şu kadını defetmeli
diye düşündü. “Hanım, su” diye biraz da inlemeyle karışık seslendi. Kadın
kendi konuşmasının gürültüsünden bir şey duymadı.
“… aslında Mehmet abiler de gelecekti seni görmeye, ama istemedim ben.
Yüzsüzler ne olacak! Sen sıkıştığında elini cebine atmayan adam, şimdi diyor ki
bacım var mı ihtiyacın? Sanki var desem yapacak bir şey. Ziyaretçi almıyorlar
deyip kestirip attım. Bunlar böyle insanlar işte, yaraya bile işemezler.”
Hasan Reis bu kez tüm gücünü toplayıp “su” diye bağırdı. “A, tüh, bu şişe
bitmişti, gelirken alacaktım aklımdan çıkmış. Ee tabi, akıl kalmadı ki! Şimdi bi
koşu gidip getiriyorum” diye kendinden beklenmeyecek çeviklikte ayağa kalktı
karısı. Poposuna yapışan eteğini çekiştirdi. Çantasından cüzdanını çıkarıp
başörtüsünü düzeltti ve odadan çıktı.
“Nihayet” dedi Reis. Yataktan zor da olsa kalkabildi bu kez. Serum yürütecine
yaslanıp yavaş yavaş tuvalete yürüdü. Başı ve burnu sargılar içinde olan kendi
yansımasına baktı bir süre. Yavaş yavaş dualarla yüzündeki sargıyı açmaya
başladı. İşi bittiğinde aynadaki görüntüsüne inanmaz gözlerle bakakaldı.