Motosiklet, gecenin koyu karanlığında dolunayın şavkıyla parlamış yağız bir at gibi şahlanmaya hazır bekliyordu. Yanı başında duran genç adam gidona bağlı çantayı açarak elindekini dikkatle yerleştirdi. “Büyük Final bu gece!” diye öfkeyle tıslıyordu kapağı kapatırken. Sonra arkaya yöneldi. Çömelerek cebinden çıkarttığı siyah şeritleri bir bir plakaya yapıştırıp kararttı. Bacağını atıp seleye oturunca iyice yerleşip dengelendi. Emin hareketlerle kaskı kafasına geçirdi, eldivenleri giydi. Vizörü aşağı indirip kayışı en sona kilitledi. Dışarıdan bakınca bal rengi gözlerinde garip bir ışıltı seçiliyordu. Aynaları kontrol ederek yan ayağı seri bir hareketle yerine itti. Şahlanmaya hazırdı artık!

“Ekşın!” diyerek motoru çalıştırdı. Farlar yanınca denemek için art arda gaz verdi.  Egzoz sesi gecenin ıssızlığını yırtarak sokak boyu yankılanıyordu. Karanlıkta gümüş gibi parlayan sadece iki şey vardı: Mehtap ve mahmuzları. Kalan her yer karanlık, her şey simsiyahtı, kaskı, montu, pantolonu, çizmeleri ve kalbi! Kara şimşek gibi öne fırladı. Saatler tam gece yarısı on ikiyi gösteriyordu. Topu topu bir saatim var, diye düşündü.

Ay ışığının aydınlattığı daracık sokaklarda hızla yol alıyordu. Yan yola vardığında hemen hemen boş gibiydi. Koca şehir masum bir bebek misali mışıl mışıl uykuya dalmıştı. Kara örtü tüm günahların yorganıydı sanki! Epey bir gitti. Tabelada otoyol işaretini görünce, sağa kıvrılarak köprülü kavşağa tırmandı. Okları takip ederek nihayet anayola indiğinde gözü kadrana ilişti: 100 km. Bastı gaza, ibre 150’ye fırladı. O ise çok uzaklara, çocukluğuna…

Zil çalıyordu. “Baba, baba!” diye koşarak açmıştı kapıyı bir solukta. Kara tozlu sevecen yüzü ve bütün heybetiyle işte karşısındaydı o koca adam. Hep göklerden inmiş bir kahraman gibi gelmişti ona! Bal rengi gözleri linyitler kadar parlaktı yine. Banyo yapmadan öpmek yasaktı!

Gitme derdi her seferinde, inme o karanlık yerlere, canavarlar yer seni! Ellerine sarılıp yalvarsa da “Merak etme Karam” derdi: “Kazmam var benim, hem de çelikten. Hiçbir şey olmaz bana!” Öpücüğünü alır yola koyulurdu. Keşke öyle olsaydı, kazması yetseydi karanlıklardan kurtulmaya! Tam 301 can gitmişti o patlamada!

Kendini toparladı, saatine baktı. Hedeflediği bölgeye gelene dek hiç hız kesmedi. Yaklaşık yarım saat sonra istediği noktaya varmıştı. Otobanın bu kesiminde yaklaşık 100 km. boyunca yol ışıkları hiç yanmazdı. Tam da bu nedenle biçilmiş kaftandı. “Ne kadar karanlık o kadar iyi!” dedi.

Işıkların söndüğü bölgeye gelince yavaşladı. Şansına Ay da bulutların arkasına girmişti. 70 km’ye kadar düşürdü hızını. Orta şeritte giderken, avını gözleyen kara bir şahin gibi sağına soluna bakınıyordu… Bir müddet sonra huzursuzlandı. Yanlış bilgi miydi acaba içerden aldığı? On – on beş dakika sonra yanından ok gibi, son sürat, gıcır, kara bir Mercedes 301 geçti. Hemen peşine düştü. Plakayı kontrol etti. Evet, oydu! “Aranan kan bulunmuştur!” diye haykırdı. Gazı kökleyerek orta şeritte seyreden aracın kıvrak bir manevrayla soluna geçti. Bir eliyle direksiyonu tutarken diğeriyle çantadakini çıkarıp tekrar direksiyona yapıştı. 200 km. süratle at başı gidiyorlardı şimdi.

Bir an için elleri titredi. İlk defa hareket halindeki bir araçtı… Gece karanlığında park etmiş sürücüsüz araçlara benzemiyordu. Sakin ol, dedi kendine, baksana adam ayakta uyuyor. Biraz hızlanarak hafifçe öne doğru gitti. Kolunu yukarıya kaldırdığı gibi elindekini süratli ve güçlü bir çengel atışıyla “Geber pislik!” diyerek aracın ön camına fırlattı. “Bingo!” diye bağırıyordu. Tam isabetti. Su balonu bomba gibi patlamış, ön cam kapkaraydı.

Gecenin sessiz karanlığına acı bir fren sesi karıştı. Mercedes’in sürücüsü görüş hâkimiyetini kaybedince o hızla panik içinde frene bastı köküne kadar! Araba kontrolden çıkmış fırıldak gibi dönerek ilerliyordu yolun ortasında. Yokuş aşağı gittikçe hızlandı. Yol sola dönünce o süratle karşısına çıkan refüje bindirip film sahnesiymişçesine havalandı, takla atıp karşı tarafa geçti. Tekerlekler havada serseri mayın gibi epey bir sürüklendi yolda. En son kenardaki bir ağaca çarparak durabildi.

Motosikletli ise hem yol alıyor, hem de oldu bu iş, diye var sesiyle, yumruğu havada göklere haykırıyordu: “Rahat uyu Baba! 301 can 301 kara lekeydi, sebep olan bu gece temizlendi!” Sakinleşince yavaşlayarak emniyet şeridindeki ceplerden birine girdi, motoru durdurup yan ayağı üzerine oturttu, indi. Kimseler yoktu ortalıklarda. Siren sesleri geliyordu uzaklardan. Gözleri, o sırada bulutların ardından çıkan dolunay gibi parlıyordu. Eğilip kapattığı siyah şeritleri tek tek söküp temizledi. Tekrar yola koyuldu. Yüreğindeki karanlık balonla beraber uçup gitmişti sanki!

O giderken karşı yoldan polis arabaları geçiyordu son sürat, siren çala çala. Olay mahalline vardıklarında araba ters yüz olmuş, kapılar açık, ileride yatan, canlı cansız belirsiz, kanlar içinde biri vardı. Tedbiri sevmiyordu anlaşılan. Kemer takmadığı için hava yastıkları açılsa da fırlayıp gitmişti. Hemen sağlık ekiplerine haber verildi.

Komiser polis memuruna dönerek yine 301 kara dedi, hem de 301. kez! Kömür tozu boyasıyla kapkaraydı yine ön cam. Akıp gitmiyordu da meret, nasıl hazırlanıyorsa! Her seferinde cam değişmek zorundaydı. Balistik ithal boya demişti, Çin menşeli. Ülke çapında aransa da bulunamıyordu fail ya da failleri. Her zaman “301 Can 301 Kara Leke” yazılı bir kâğıt duruyordu sileceklerde.

Yalnız bu sefer bir gariplik vardı! İlk defa hareket halindeki bir 301 hedef alınmıştı. Komiser, “Neden acaba?” diye düşünürken ileride yatan, rüzgârın etkisiyle gece karanlığında salınıp duran beyaz sayfalara ilişti gözü. Memura işaret etti. Gelen şirket dosyalarıydı. Kaza sırasında savrulmuş olmalılar, dedi. Üzerlerinde BAŞTANKARA Madencilik yazıyordu.