“Tek bildiği, denize gitmeğe her kalkışışında, Sazandere’yi düşünerek yollara düştüğü sonra da ya üşendiği, ya başka yerlere giden arkadaşlarına uyduğu, ya da yolun bozuluverdiği, arabaların işlemeyiverdiği bir sıraya rastladığı için, oraya bir türlü gidememiş olduğuydu.”
Bilge Karasu’nun ilk kez 1979’da yayımlanan Göçmüş Kediler Bahçesi adlı kitabında yer alan öykünün başkişisi denizsiz bir kentte yaşayan bir deniz tutkunu. Unutmamak için özlemek gerektiği düşüncesiyle denizden uzakta yaşıyor. Kavakların sallanışı her bahar denizin sesini, tekneleri, balıkları çağrıştırıyor ona. Kavaklar yapraklanınca bilmediği bir kuş gelip kısa kısa ötüyor. İshak kuşu olduğunu düşündüğü bu kuş ona denize gitme vaktinin geldiğini haber veriyor. Ancak o yıl deniz mevsimi başlangıcında, haberci kuş bile adamda deniz tutkusu uyandıramıyor. Oysa içinde, nereden düştüğü bilinmeyen, bir yere gitme özlemi var. Bu yerin adı Sazandere. Adından başka şey bilmediği Sazandere onun için giderilmesi ertelenmiş bir özlem. Her yıl gittiği deniz yerine Sazandere’ye gitme düşünü gerçekleştirmeye karar veriyor. Öykü Sazandere’yle, oraya gitme kavgasını konu ediniyor. Öykünün başkişisi olan adam, bu amaçla büyük kıyı kentinin toz, toprak, gürültü içindeki garajına geldiğinde garajdaki arabaların bildiği, bilmediği her yere gittiğini, Sazandere arabalarını bilenlerin nedense az olduğunu, bilenlerinse verdikleri bilginin sağlam çıkmadığını görüyor. Öyküde, yılmadan her gece gittiği garajda, gideceği yerin otobüsünü, nasıl oluyorsa oluyor, yinelenen bir döngüyle “az önce” kaçırıyor adam. Yolcuyu aşağılayan sürücüler, değnekçiler, bekleyenler arasında günlerce Sazandere otobüsünü yakalayamıyor. Ama sonunda “bir hayvanı kıstırır gibi köşeye” sıkıştırıyor otobüsü.
Bilge Karasu metinlerinde karşılaştığımız sakin anlatım, duru dil, yarım kalmış cümleler bizi, yaz mevsiminin ılık rüzgârında iri yaprakları “hışıldayan” yaşlı ağacın gölgesindeki boyası dökülmüş ahşap masada çayımızı yudumlarken dostumuzla söyleşiyormuşuz duygusuna götürüyor. Ancak yine aynı metinlerde gerçekle iç içe geçmiş düşler içinde yüzen mekânlar, kişiler, çok katmanlı karmaşık kurgu, insan ruhunun derinliklerine uzayan koridorlar kimi zaman aynı paragrafları, dönüp yeniden okumak zorunda bırakıyor bizi.
“O sırada garajın içinde yürüyen adamla birlikte üç kişi olmuşlardı. Garajda yürüyen, pazardakilerin hem içinde hem dışındaydı, onları görüyordu sanki karşısında. Gece, düşünde, o tükenmek bilmeyen geçişi sürdürmüştü. Şimdi, hâlâ, pazardaki adamlarla uğraşıyordu. Bir düşün düşünün anısı içinde üçleştiği gibi dörtleşiyor, garajda duran kendine bakıyor, baktığının dışında…”
Garajda otobüsü beklerken ya da umudunu bir sonraki güne saklayarak döndüğü otel odasında, düşünde bir pazaryeri görüyor. Pazaryerinin bir ucundan ötekine “yolunun ucundaki ölümü” düşünerek bir adam yürümektedir. Bir ikincisi, pazaryerinin dışından yürüyen bu adamı gözlemektedir. Yürüyen, gözleyen ve bunu düş olarak gören aynı kişidir.
Kimi zaman alışılagelen yolun dışına çıkmak, bilinmeyen uzak bir kente gitmek isteriz. İlk ve en güçlü engel olarak kendimizle karşılaşır, bizi engelleyenin başkası olduğuna (yolcu, arkadaş, komşu) inanırız. Büyük yolculumuz sonunda ulaştığımız hasta yatağımızda ölümü beklerken geride bıraktığımız uzun yola, yolculuğumuza yorgun gözlerle son kez bakarız. Yolculuk boyunca karşılaştıklarımızı değiştirebilmek için ne çok çaba gösterdiğimizi, başardığımızı sandıklarımızın ne önemsiz değişiklikler olduğunu görür, şaşarız.
“Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam” çok katmanlı bir öykü. Kimi yerlerde yarı saydam. Öykünün başkişisinin uzun süren çabası onu gitmek üzere yola çıktığı yere götürüyor mu? Yolculuk sonunda dingin bir ruh durumuyla oturup ellerini ateşe uzatan adamın ulaştığı yer bir “iç mekân” mı? Onu karşılayanlar bildiğimiz dünyanın insanları mı? Okura yanıtsız sorular bırakarak bitiyor öykü, tıpkı hayat gibi.
—
*Bilge Karasu, Göçmüş Kediler Bahçesi, Metis Yayınları, Ekim 2015, 230 sayfa, [“Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam”, 31-32 ss.]