Geceleri boğucuydu. Yatsam yastığa değen ensem sırılsıklam olur, uzun siyah saçlarım yapışırdı. Üzerimde ne var ne yoksa fırlatıp atardım. Özenerek uzattığım siyah saçlarımı sonunda kesecektim ya! Kıyamıyordum henüz. Yağmamıştı, yağmayacaktı. Yağsa bile sular seller götürürdü. Bir garip dengesiz iklimde olduğum yerde kuruyup ölecektim. Nefesim hızlanıp göğsümün, kaburgalarımın arası sıkışırken gazdır evham yapma nefes al, ver diyerek kendimi yatıştırırdım. Bungun gecelerde bulutların yıldızları kapatmasından hoşlanmıyor, ne kayan bir yıldızı ne de diğer yıldızları görebiliyordum.
Uykumu getirecek bir kitap bulmak için kitaplığımda son kalan on-on beş kitaba baktım. Genişletilmiş Türkiye Tarihi isimli kitabı sağ kolumun altına sıkıştırıp, soğuk suya kuru mayıs papatyası taneleri attım. Yatağa geri dönüp okudum ve soğuk çayı içtim. Kanun-i Esasi’den başlayıp İkinci Meşrutiyet’in ortalarına geldiğimde sızmışım. Sabah uyandığımda öğlen olmak üzereydi. Çay içtiğim bardağı yere devirmişim. Kitapsa yine yerdeydi. Tekerrürüm tarihten ibaretti ya da öyle bir şey işte. Kahveye ihtiyacım vardı.
Esneyerek yataktan kalktım. İnternetteki iş ilanlarına bakarken evde kahve olmamasına neredeyse ağlayacaktım. İçimde bir şeylerin değişeceği umudu vardı; hiçbir şey değişmiyordu. Mucizelere inanmak isterdim ama inancımı kaybetmiştim. Dünyamı değiştirecek o doğru hareketi bilmeyi ve yapabilmeyi isterdim. Huzursuzluğumu sosyal medyada çemkirerek geçiştiriyordum. Sanal dünyada da bir şey olmuyordu. Biriken faturaları ödemek için yine borç para bulmalı ya da eşya satmalıydım. Satmak kelimesine oldum olası kıl olurum. Gidenin yerine yenisini koyamadığım için… Akşama kadar zaman geçmez, geceleri adeta durur. Bir sabah uyanamasam ne güzel olurdu. Bana ayrılan sürenin sonuna mı yaklaşıyordum?
Tekinsiz düşüncelerimden uzaklaşmak için kendimi sokağa atmaya karar verdim. Elime geçeni üzerime geçirip saçımı taramadan çıktım. Kapıyı kırmak ister gibi sertçe çekip kapattım. Kapanmanın gürültüsüyle ne yaptığımı fark etsem de içeriden bir şangırtı duydum. Sanırım dün gece çay içtiğim bardak bir yerlere çarpıp kırılmıştı. Yürürken nereden para bulabileceğimi düşünüyor, borç isteyebileceğim kimse aklıma gelmediği için halime küfrediyordum. Bir kuaför dükkânının önünden geçerken camekâna vantuzlu askılara asılmış sarı, siyah, kahverengi saç tutamları gördüm. Neden şimdi olmasındı? Kuaför koltuğunda otururken çıplak deriyle örtülü kafatasımı sıvazlamak hoşuma bile gitti. Dükkânın kapısı açılıp kapanınca asi bir rüzgâr esti. Kısa bir oh çektim. Sıcakta dazlak olmanın keyfini ve elimdeki sımsıcak parayla alacağım öteberiyi düşünüyordum. Kahve, peynir ve diğer şeyler… Çok uzun zamandır yeni kitap almamıştım. Giysilerim ve ayakkabılarım eskilikten dökülüyordu. Paraysa hepsine birden yetmezdi. Okuduğum fizik bölümüyle hiçbir kapıyı açamamış, bir tanıdık olmayınca da ortada kalmış hissediyordum. Ailemin yanına dönmek için henüz erkendi. Yeniden okumak içinse geç.
Markete gitmeden önce sokakları uzun uzun dolaştım. Binaların arasına sıkışmış sokaklarda arabalar dar kaldırımları kapatırdı. Tüm o sokak kedileri, köpekleri, insanlar birbirine sürtünmeden geçip giderlerdi. Çöpleri karıştırarak metal kutu toplayan yaşlı adam, iki tekerlekli çekçeğine karton yığan kipkirli giysili genç adam her zamanki mesailerine çıkmışlardı. Eskici bağırıyordu. Metal kutu ve karton geri dönüşümünde iyi para olmalı diye düşündüm. Köşe başları çoktan tutulduğu için mıntıkalarında çalışabilir miydim? Sokaktaki aslanlara göz ucuyla bakıp ekmeğimi kazanmanın yolunu bulmalıydım.
İşlek caddeye çıktım. Işıklara takılarak yavaş ilerleyen arabalar, karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayalar, korna sesleri, bağırarak konuşan ergen kız ve oğlan grupları, çocuk sesleri insana kendini unutturuyor. Bakınırken vitrin camında yansımamı gördüm. Pejmürde kılığım ve dazlaklığımla caddeye uymazken dilencilerden halliceydim. Yırtık kot ve biraz göz makyajıyla pekâlâ buraya yakışan marjinal bir tip olabilirdim. Çıplak kafamı elimle sevip kedime gülümsedim. Dükkândaki kotun etiketini görünce yüzüm düştü. Eskiyen kotuma bakarak vitrin önünden ayrıldım.
Kaldırımda yürür, vitrinlere göz atarken arkamdan biri seslendi:
“Hey! Bakar mısın arkadaşım?”
Bana mı sesleniyorlar diye önce tereddüt etsem de arkamı döndüm. Sakallı, otuzlarında bir adam beklememi söylüyordu.
“Bir televizyon dizisinde oynamak ister misin?”
Dizide oynamak mı, diye düşündüm. Şaşkınlıktan ağzımdan kelime çıkmadı.
“Arkadaşım ciddi ciddi soruyorum, bir dizide oynamak ister misin? Uyuşturucu müptelası dazlak bir genci oynar mısın? Başını yeni tıraş ettirmişsin, fiziğin de müsait. Durup iki çift laf edeceksin, beğenirlerse daha fazla rol alırsın.”
Adamı ciddiye almam gerekiyordu sanırım. Kötü beslenmekten yüzüm, gözüm çökmüş, zayıflamıştım. Şartları konuştuk, kabul ettim. Bir mucize değildi ama bir hareketti. İçsel devinimimi kazanmama yardım edecek bir hareket. Sıcak ve boğucu hava yerini capcanlı deniz kokusunun sardığı melteme bıraktı. Sanırım bana ayrılan sürenin sonuna daha çok vardı.