Deniz öykülerinizi bir araya getirme düşüncesi nasıl ortaya çıktı, Maviye Boyanmış Sular’ın oluşma sürecinden biraz bahseder misiniz?
Denizle ilgili ilk öyküm “Gemide”, 1987 yılında yayımlanan ve Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü’nü kazanan “Patika” başlıklı kitabımda yer aldı. Yani, MTA Sismik-1 araştırma gemisinde çalışmaya başladıktan beş yıl sonra. Ardından, bu konuda yazdığım öyküler dağınık biçimde kitaplarımda yer aldı. Onların bir arada olmalarının en azından benim için anlamlı olacağını düşündüm. Maviye Boyanmış Sular başlığı altında bir araya getirdiğim öykülerim için bir sunu yazısı yazmayı da gerekli gördüm.
Kitabın sunu bölümünde denizle ilgili lise yıllarınızdaki Yalova –İstanbul vapur yolculuklarından bahsederken lise ikideyken hastalık nedeniyle İnegöl’e dönmek zorunda kaldığınızı, çok önemli olan bu kırılma noktasının yaşamınızda birçok şeyi değiştirdiğini yazmışsınız. Bahsettiğiniz bu kırılma noktasının edebiyatınıza yansıması oldu mu? Olduysa nasıl etkiledi?
Öyle bir kırılma noktası olmasaydı bugünkünden çok farklı bir yaşantım olurdu. Küçük yaştan beri okumayı çok sevdiğimden edebiyatla ilişkim sadece okur düzeyinde kalırdı. 16 yaşındayken İnegöl’de bir yıl evden çıkmamak üzere yaşamdan soyutlandım. Gelişme çağında olduğum o süre içinde başta et, süt, yumurta olmak üzere hiç protein almadım. Kardeşimin kütüphaneden getirdiği kitapları okuyarak ve resim yaparak o bir yılı geçirdim. İyileşip evden dışarı adım attığımda başka biriydim artık. Başarılı bir öğrencinin yerini sınıfın arka sıralarına çekilen, haylazlar arasında kendine yer edinmeye çalışan biri almıştı. Liseyi zar zor altı yılda bitirdim. Yaşamın başka bir yüzünü tanımıştım ve beni yazarlığa götüren taşların önüme döşendiğinin farkında değildim.
1998- 2012 yılları arasında yayımlanmış öykülerinizi toplamışsınız bu kitapta. Öykülerinizin hepsi aynı dönemde yazılmış gibi hem dil, hem öykü kahramanları, hem de anlatılanlar arasında bir bütünlük var. Yazılması bu kadar geniş zaman dilimine yayılmasına rağmen öyküler hem bağımsız hem de çoğu birbirine bağlı, bunu nasıl başarabildiniz?
Bunu size olduğu gibi kendime de açıklayamıyorum. Bir kitabım yayımlandıktan sonra onu okumam. Çünkü o aşamaya gelene dek defalarca okumaktan, dönüp dolaşıp üzerinde çalışmaktan bıkmışımdır. Ama bir gün bütün kitaplarımı baştan sona okumayı hayal ederim. Bu hayalim, kısmen de olsa denizle ilgili olanları bir araya getirmek için öykülerimi tararken, onları yazılış tarihlerine göre sıraya koyarken ve tabi hepsini yeniden okurken oldu. Detayları unutmuşum. Eski bir fotoğraf albümünün sayfalarını çeviriyormuşum gibi hissettim.
Sunu bölümünde, “Denizden uzaklaştıktan sonra bende bıraktığı izlerin bazıları öykü kapılarımı çaldı” diye yazmışsınız genelde böyle mi yazarsınız? Yoksa bu kitaptaki öykülere özel miydi bu durum?
Genelde öyle yazarım. Yaşanmışlıktan öykülerime yansıyan, zamanın süzgecinden geçtikten sonra kalan tortulardır. Çünkü sıcağı sıcağına yazılanlarda duygusal yanı ağır basan, zamana direnemeyecek, anı ile dirsek teması olan bolca unsur vardır. Bu yüzden her şeyin demlenmesini beklerim.
Başka öykü kitaplarınızda olduğu gibi, Maviye Boyanmış Sular’daki öykü kahramanlarını parça parça, öyküler ilerlerken ya da geriye dönüşlerle tıpkı hayatta olduğu gibi tanıyoruz. Bu da öyküleri ve karakterleri çok gerçek ve hayatın içinden kılıyor. Bu sizin özellikle geliştirdiğiniz bir yazım tekniği ya da kurgu biçimi midir?
Bana özgü bir yazı tekniği olduğunu düşünmüyorum. Öykü karakterlerimi ‘gerçek ve hayatın içinden’ olarak düşünüyorsanız hemen şunu söyleyeyim; onlar zaten varlar, yaşıyorlar. Yaptığım sadece gerçek yaşamda karşılığı olan bu kişileri kurgu dünyasına taşımak oldu. Sorunuzda “bir kurgu biçimi midir?” diyorsunuz ya, belki de odur. Çünkü ben tanıdığım o insanlarla ilgili bir yaşam tutanağı yerine, onları biraz değiştirerek bir kurgumun içinde var etmeye çalıştım. Buradaki avantajım onları yakından tanımak olabilir. Yaşamda karşılığı olanları kurgu kişisine dönüştürürken elinizde gözleme dayalı birçok veri oluyor çünkü. Bu nedenle de öykü aynam hep bildiğim, tanıdığım dünyalarda dolaşıyor.
“Balık”, “Yolcu”, “Zamanın Aynası” öykülerinizde ortak kullandığınız balık-insan arası garip yaratık neyi simgeliyor?
Her okurda bunun simgesi farklı olabilir, bende vicdan azabını simgeliyor.
“Zamanın Aynası” ve “Yolcu” öyküleriniz sembollerle kurulmuş ve içerdiği fantastik unsurlarla sizin genel anlatım biçiminizden ayrılıyor. Fantastik edebiyat için düşünceleriniz nelerdir ve bu alanda yazmayı düşünüyor musunuz?
Fantastik edebiyat bir okur olarak hep odağımda olmuştur. Büyük bir keyifle okurum. Türün kurgudaki matematiğine hayranım. Yer yer fantastik edebiyattan yararlandığımı söyleyebilirim ama o alanda yazmak şu an için sınırlarımı aşar.
“Gemide” ve “Kuzeydeki Kum Kosterleri” öykülerinizde gemiyi, yüzen bir tabut; “Yabancı Bir Kentin Tanıdık Yüzü” ve “Yolcu” öykülerinizde yüzen bir kafes, bir hapishane; “Kamarot” öykünüzde ise yaklaştıkça çirkinleşen, yaşaması güç berbat bir yer olarak tanımlıyorsunuz. Hem sunuda hem de öykülerinizde sıklıkla kullandığınız “Deniz, denize dayanabilenlerin işidir” cümlesi var bir de. Gemi, gemi adamlığı, deniz neden zordur?
On beş yıllık bir gemi deneyimim olsa da denizi çok içerden tanıdığımı söyleyemem. Sonuçta bir araştırma gemisindeydik ve bu yıllar içinde hiç de serüven diyeceğim olaylar yaşamadım. Ama zabitan ve tayfanın geçmişinde denize dair çok hikâye vardı. “Deniz, denize dayanabilenlerin işidir” cümlesi onlara aittir. Bu, fırtınaya karşı olan bir dayanıklılık değildir kuşkusuz. Limandan ayrıldığınızda, karadan uzaklaştığınızda yeni ve zor bir yaşam başlar. Deniz koşullarına dayanabilmenin sınavıdır bu. Dayanamayanlar için yüzen bir kafes ya da tabuttur gemi. Bazı şeyleri yazmak istemezsiniz ama öykü gelip kapınıza dayanır, ısrar eder, sizi zorlar. “Kamarot” öyküsü benim için öyledir. Yazarken çok acı çektim.
Kitapta kadınla ilgili iki öykü var, Türk erkeğinin kadına genel bakışıyla, “Müjark” ve “Mor Çiçekli Toka”… Kadın ve deniz birlikte olamıyor mu?
Gördüğüm kadarıyla, olamıyor diye bir şey yok. Uzun süre denizde kalınacaksa –bence- bir savunma mekanizması olarak ‘kadın’ askıya alınıyor.
“Öğrendiğinde, keşke bunları bilmeseydim, diyeceğin, geri dönüşü olmayan bir sırrı var denizin” diye yazmışsınız “Zamanın Aynası” öykünüzde. Asıl kahramanın deniz olduğu, Eran Kaptan’ı, Telsiz Ruhi’yi, Kamarot Hurşit’i, Çarkçıbaşı Nohap’ı veya diğer gemi adamlarını anlattığınız başka öykü kitapları, romanlar olacak mı? Denizin sırlarını okurlarla paylaşmaya devam edecek misiniz?
Evet, bu konuda bir kitabım daha olacak. Deniz öyküleri derlemesini hazırlarken, yıllar önce yazdığım ve bir kısmını unuttuğum öyküleri yeniden okurken bir kapı da aralandı. Denizdeki yaşamı içine alan, birbiriyle ilintili, novella tarzı çalışmanın içine girdim. Kitabın adı da şimdiden belli: “Yüzünüz Kuşlar Yüzünüz”
Okuma kriterleriniz var mı? Okuyacağınız kitapları nasıl seçersiniz? Tüm kitaplarını okurum dediğiniz yazarlar kimlerdir?
Önceleri böyle bir kriterim yoktu, ne bulursam okuyordum. O kitabı seçmemin nedenleri, adı, kapak tasarımı ya da arka kapak yazısı olabiliyordu. Örneğin 70’li yıllarda e Yayınları’nın çıkardığı Milan Kundera’nın Şaka ve Kazancakis’in Kardeş Kavgası romanlarını kapaklarına bakarak, Zeyyat Selimoğlu’nun Kıçüstünde Toplantı kitabını ise başlığından ötürü almıştım. O yaşlarda beğenmesem bile sonuna kadar okuyordum aldığım kitabı. Yıllar içinde seçici olmaya başladım. Bu konuda eleştiri ve kitaplar üzerine yazılan yazılar etkili oldu. Seçerek okuyorsunuz ama bir de ‘benim yazarım’ dedikleriniz, kanınızı tazeleyen yazarlar var. Bunların başında, her yazdıklarını okumaya çalıştığım, özellikle İskenderiye Dörtlüsü’yle Lawrence Durrell gelir. Carlos Fuantes, Stefan Zweig, İnfante, Tabucchi, Çehov, Cortazar, Cheever, Carver vazgeçemediğim yazarlardır. Bizden Sait Faik, Orhan Kemal, Oğuz Atay, Erdal Öz, Ferit Edgü öyle. Genç kuşaktan ise her yazdığını okurum diyeceğim yazarların başında Fadime Uslu ve Şule Gürbüz geliyor.
Kaleminizin yorulduğu ya da sizin yorulup yazmaktan vazgeçmeyi düşündüğünüz oluyor mu? Bu atağı nasıl atlatıyorsunuz?
Kalemimin yorulduğu dönemler oldu tabii. Bundan sonra daha sık ve daha uzun yorulacağını da biliyorum. Bu doğal bir şey; bir gün yol arkadaşlığımız da bitecek. Küskünlüğe varan en uzun yorgunluğu 1992-1996 yılları arasındaki dört yıllık suskunluk döneminde yaşadım. Kesin karar vermiş ve yazmayı bırakmıştım. Çünkü geçen on yıl içinde üç kitap yayımlamış ve bir ödül almış olmama karşın (1987 Yaşar Nabi Nayır Öykü Ödülü) halâ edebiyat dünyasında kabul görmemiştim ve halâ öykülerimi özendiğim Yazko Edebiyat ve Varlık dergilerinde yayımlatamıyordum. Bu ciddi bir karardı ama dört yıl sürebildi. Yeniden yazmaya başladığım o günden bugüne tamamladığım her kitap son kitabımmış gibi geldi bana. Öyle ki, bir süre yazamamayı doğal karşılar oldum.
Son olarak usta, üstat gözüyle dünya ve Türkiye özelinde öykünün bugünü ve öykü yazarlarına bakışınızı öğrenebilir miyiz?
Öykü dünyasına adım attığımdan bu yana otuz beş yıl geçti. 1980-1990 arasındaki on yıllık suskunluk dönemine karşın öyküyü hep yükselen bir edebi tür olarak gördüm. İniş ve çıkışlarına, duraklamalarına karşın romana göre çok daha ileride olduğunu düşünüyorum. Öykücülerin filizlendiği yerler dergilerdir. Ustalarımız dergileri bir okul olarak görürlerdi, bugün için de geçerlidir bu. Öykünün okuru romana göre çok daha sınırlıdır, edebi ölçütleri yüksek ve seçicidir. İzlediği dergilerde daha önce adına rastlamadığı birinin öykü kitabına son derece temkinli yaklaşırlar. Günümüz genç öykücülerinde ise öykü pratiği yaşamadan bir biçimde kitap çıkarma telaşı görüyorum. Bu aceleciliği kullanan, editoryal süzgeci olmayan kanallar da hızla çoğaldı. İçeriği, niteliği ne olursa olsun parasını verdikten sonra kitabınızı yayımlatabiliyorsunuz sonuçta. Bu edebiyatımıza bir zarar verir mi? Vermez. Edebiyatın bir terazisi vardır.
Röportajı Yapan: Nurdan Atay-Yurdagül Şahin