Kocaman terk edilmiş bir evin dışardan birkaç merdivenle inilen bodrum katındayım. Bu evin duvarları da, tahta kapısı da insanı morgda hissettiren, ürküten bir griye boyanmış. Etraf oldukça karanlık… Kaldırımla aynı hizadaki üç cam tuğladan oluşan pencereden giren sokak lambalarının ışığı sanki tavana asılı kalmış. Gözümün görmediği yerleri ayağımla kontrol ederek, tavandan sarkan örümcek ağlarını da elimdeki tahta parçasıyla temizleyerek ne aradığımı bilmeden, korkarak ilerliyorum. Birden arkamda kalan kapının kulakları sağır edecek bir gürültüyle binayı da sallayarak kapandığını duyuyorum. O tahta kapıdan gök gürültüsünü andırır bir sesin nasıl çıktığına şaşırırken, korkularıma kıstırılıyorum sanki ve çıkmayan sesimle bağırmaya çalışıyorum. Sıçrayarak, inleyerek ter içinde uyanıyorum. Neyse ki rüyaymış diyorum ama gördüğüm rüyanın etkisiyle sanırım, evimden ilk defa iki hafta ayrı kalmanın özlemine, bir haftadır görüşmediğim evdekilere bir şey mi oldu kaygısı karışıyor ve sabahı zor ediyorum.
Sabah ilk iş, evdekilerle telefondan konuşmak oluyor. Neyse ki, herkes iyi! Yıl 1994. Kasım ayının son günleri. İsviçre’deyim. Sonbahardan kışa geçiyoruz. Şehirlere henüz kar yağmadı ama şehrin yakınındaki tepeler ve şehirden şehre geçerken gördüğümüz Alpler, her daim olduğu gibi bembeyaz. Cenevre’deki bir kurs için gelmişken, yıllık iznimin büyük bir bölümünü Zürih’e yakın bir kasabada yaşayan amcamda, İsviçre’nin kuzeyindeki şehirleri gezerek geçiriyorum. Sokaklar sanki bir ışık seli; vitrinler ve ağaçlar yanıp sönen renkli lambalarla süslenmiş. Caddelerdeki çiçekçilerden sokağa mis gibi kasımpatı ve lilyum kokusu yayılıyor. Kasımpatının renk cümbüşüne açık – uçuk birkaç rengiyle yılbaşı çiçekleri kafa tutuyor sanki. Alışveriş merkezlerindeki devasa yılbaşı ağaçları ve Noel Baba heykelleri ışıl ışıl… Sokaktaki herkesin yüzüne tatlı bir tebessüm oturmuş, hediye alma telaşıyla dükkândan dükkâna, tezgâhtan tezgâha koşturuyorlar. Bense – laf aramızda – her dışarı çıkışımda erken başlamış Noel coşkusunu kahve eşliğinde üzerine spagetti görünümlü kestane püresiyle küçük bir tepe yapılmış pastayla yaşıyorum.
Nihayet hafta sonu geliyor… Kahvaltıdan sonra hep birlikte kasaba merkezine gidiyoruz. Müze, kale, nehir kenarı, alışveriş merkezi derken akşam oluyor ve yorgun – argın eve dönüyoruz. Eve girdiğimizde yengem telefonun yanıp sönen ışığını fark edip arayan numarayı kontrol ediyor. İsviçre’ye ait olmayan bir numaranın defalarca aradığını görünce telaşlanıyor. Daha ‘’Türkiye’den defalarca aranmışız, inşallah kötü bir şey yoktur’’ derken çalmaya başlıyor telefon. Arayan kardeşi… Sanki aklına gelen başına geliyor yengemin. Kötü haber İstanbul’u dolaşarak ulaşıyor evimize. Telefon başındaki yengemin gözyaşları hepimizin gözlerini harekete geçiriyor. Dünya dertlerinden görece azade bir ülkedeki bu huzurlu evde hepimiz ağlıyoruz şimdi.
Gelen telefon, daha bir hafta önce tanıdığım güzel bir insanın, hak etmediği bir ölüm biçimiyle aramızdan ayrıldığını haber veriyor. (Hak edilmiş bir ölüm biçimi var mıdır sorusunu düşünecek bir ruh halinde değilim o an.)
Tablo an be an canlanmaya başlıyor kafamın içinde… Geçen hafta sonu, başka bir şehirde yaşayan kuzenimi ziyaret etmek için gittiğimizde, yeni bebekleri olduğu için bir – iki saatliğine uğradığımız, fakat günün yarısını birlikte geçirdiğimiz o insan yoktu artık yeryüzünde.
Hiç tanımadığım bir insanın evine gitmenin tedirginliğiyle kapıdan girdiğimde, gülen yüzüyle, hoş sohbetiyle beni kendisine hayran bırakan, sofrasını açan, seksen darbesinden kaçıp İsviçrelilerin deyimiyle refugee (politik mülteci) olarak, kendine yeni bir hayat kuran o sıcak insan artık yok…
Bu yeni hayatını kolaylaştırmak için yüksek Almanca öğrenmeye çalışan o insan artık yok… Sağlık sorunları yüzünden doğumdan sonra henüz hastaneden çıkamamış bir aylık kızının da artık bir babası yok.
Günde üç kez sütünü sağarak götüren anneyle ziyaret etmiştik evlerine iki yüz metre uzaktaki hastanede yatan o şirin bebeği. Annesi ²yılbaşından önce çıkaracaklar kızımı² demişti. Nereden bilecekti genç anne, dünyaya gelen bebeğin ilk yılbaşını babasız karşılayacağını.
Artık ölü baba, tıpkı bize açtığı gibi, Almanya’da yaşayan, özellikle mültecilerden beslenerek hâlâ ayakta kalmaya çalışan aynı örgüt mensubu arkadaşına da evini, sofrasını açmış, onu günlerce evinde ağırlamıştı.
Nereden bilebilirdi insanların emeklerinin sömürülmediği, emeğinin karşılığını alarak da insanca yaşanan bu yerleri gördükten sonra, artık görüşlerinin değiştiğini bildirdiği örgütünün kendi katline ferman çıkaracağını…
En kötüsü de evinde günlerce yatırıp beslediği arkadaşının onun katili olacağını…
Suçu davaya ihanetti, cezası da ölüm. Kalem çoktan kırılmıştı. Evlerine götürdüğümüz, artık kırmızı kan çiçekleri açması gerektiğini düşündüğüm, uçuk pembe çiçeklerini açmış yılbaşı çiçeği de bu katili yakından tanımış, evdeki sohbetlerine tanıklık etmişti.
Kahvaltı yaptıktan sonra birlikte çıkmışlardı evden üçü. Karısı her zamanki gibi sağdığı sütünü kızlarına götürmek için yanlarından ayrılıp, caddenin diğer yakasındaki sonbaharın en güzelinin yaşandığı, dökülen yaprakların ayaklarının altında ezilirken çıkardığı melodiye hayran kaldığı o parka yönelmişti. Bu huzurlu yürüyüş iki – üç dakika ancak sürebilmişti. Sonrasında silah sesini duyup telaşla geri dönmüş, kafasından vurulmuş kocasının kanlar içinde yerde yattığını, arkadaşlarının da koşarak oradan uzaklaştığını görmüştü. Dizlerinin üzerine yığılırken, çığlığı parkı ve caddeyi acıya boğmuştu.
Rüyamdaki sesten daha büyük, daha acı bu ses, akşamımızı koyu bir karanlığa boyayarak hayatımıza bir telefonla girmişti. Böyle acı bir ölüme ağlanmaz da, ne yapılır! Ölüm karşısındaki doğal çaresizliğin nasıl da katlanabildiğini o koyu akşam karanlığında yaşadım sanırım ilk kez.
Daha ilkokula giden, ölüme hiç tanıklık etmemiş iki çocuğun şaşkın bakışlarına aldırmadan, salondaki süslü yılbaşı ağacının yanıp sönen ışıkları renklendiriyor gözyaşlarımızı, bu yazgıya isyan edercesine yanaklarımızdaki yatağında durmaksızın akıyor, akıyor, akıyor…
Ve bundan sonra ne zaman yeni bir yıla girsek, benim belleğimde hep kan çiçekleri açacak yılbaşı çiçekleri yerine.