“Öykünüze dergimizde yer veremeyeceğimizi bildirir, çalışmalarınızda başarılar dileriz.” Mideme oturan bir kaşık cüruf yutmuş gibi oldum yine. Niye alışamıyorum reddedilmeye? Adam beğenmemiş işte! Niyeyse beğenen bir Allah’ın kulu editör çıkmadı bugüne dek… Yeni bir soluk getirmediğimi biliyorum, her yayınlanan yeni bir soluk mu getiriyor edebiyat dünyasına sanki? Her birini dünya edebiyatına armağan mı ediyorsunuz? Kuru mu, yavan mı, anlatımı mı yetersiz, samimi değil mi, kurgusu mu bozuk, alışılmış, çok işlenmiş suyu çıkmış bir konu mu, sıradan mı?… Ne, ne, ne!? Hiçbiri de bir açıklama yazmaz ki bunların.
Masanın sağ köşesindeki küçük nostaljik radyoya baktım; gözümü, gönlümü oyalayacak başka bir şey yoktu etrafımda o an. İlk gördüğümde, çalışmaz herhalde, süs için diye düşündüğüm, 1960’lar tarzında yapılmış, sevimli, 15’e 20 santim ebadında, minyatür denebilecek bir radyoydu bu. Arkadaşım, aman pahalı bir şey değil, Karaköy yeraltı geçidinde satılıyor, pille çalışıyor, benim çok hoşuma gitti, sana da aldım bir tane demişti.
Elim kendiliğinden radyonun açılırken çıt diye ses çıkaran düğmesine uzanıverdi. Bunu, o an neden yaptığımı, bir şeyleri niye aradığımı bilmiyorum. O düşsel, sevimli kırmızı lambası yanıverdi. Sanki çok işe yarıyormuş gibi megahertz kilohertz yazıları da belirginleşiverdi. Cazır cuzur sesler arasında bir dalga buldum. Birkaç istasyon dışında bir şey aldığı da yoktu zaten.
Sonra… Evet, sonra bir şey oldu, olmayacak türden bir şey! Radyo Tiyatrosu başladı. Tanımadığım bir erkek sesi, reddedilen öykümü anons ediyordu! Önce öykümün başlığını, “Ve Şiir Sandığım”ı söyledi ve ardından da yazan diyerek adımı. Donmuştum!!!
Ardından radyoya uyarlayanın, yönetmenin, seslendirenlerin, efektleri hazırlayanın adlarını sıraladı. Fonda, içimde merak uyandıran bir müzik akıyordu hafifçe.
Kalbimi çarptıran ve bütün kadınlarınkini de çarptırdığını sandığım Kerim Afşar’ın derin, tok ve yumuşak sesi doldurdu kulağımı. Öykümü Radyo Tiyatrosu’na uyarlamışlar Tanrım!
O güzel erkek sesi başladı:
“VE ŞİİR SANDIĞIM
Gençliğimden beri şiir yazarım. Bir sandık dolusu. Şiir sandığım, şiir sanmadığım. Sandıklarımı da,
sanmadıklarımı da bir sandıkta topladım.”
Sanatçı son sözcüğü tamamlayamadan araya çızırtılı bir başka dalga girdi. Tıpkı çocukluğumda evdekilerin yaptığı gibi birkaç tokat attım radyocuğa. Zarifçe vurdum, zaten minik bir şey dağılıp gitmesini istemem tabii ama öykümün gürültüye gidecek olması telaşlandırdı. Ben, öykümü, bütünlüğü bozulmadan dinlemek için debelenirken, Zeki Müren’in anonsu duyuldu:
-Bir sonraki durak Güzelyurt….
Sonra efekt olarak metrobüs itiş kakışları ve motor sesi girdi araya. Öykümün içine edildi derken, Zeki Müren’in harikulade pırıl pırıl sesi yükseldi; Gözünüz yolda kulağınız bende olsun sevgili şoför kardeşlerim, yaşlılara yer vermeyi arka taraflara doğru ilerlemeyi unutmayınız efendim. Motorun sesi dırrrrın dıırrrrnnnnnn.
Aziz, muhterem, saygıdeğer, sanatsever benim aziz dinleyicilerim, minnet şükranlarımı arz ediyorum, lütfen kabul buyurunuz efendim. Manisa’dan mektup yazan sevgili dinleyicim Nurhayat hanımefendinin arzusunu yerine getirmeye çalışacağım efendim. İlk filmim Beklenen Şarkı için bestelemiş olduğum, Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin.
Şarkı başladı. Şarkıdan kopmasam da öykümü kaçırmamak için bir fiske daha vurdum radyoma ve epeyce bir süre cızırtılarla boğuştuktan sonra Kerim Afşar’ı tekrar yakaladım.
“Şiir olduğunu sanarak yaptım tabii bütün bunları. Sen öyle sanmışsın dediler. Ben, yok sanmadıklarımı sandıkta beklettim dedim. Sanal âlemden söz ettiler. Sanalı yeni öğrenmiştim. Bana, sanal âlem seninki gibi banal şiirlerle dolu dediler. Ama banalı Ajda Pekkan’dan pek çok kez duyduğumdan, anlamına az çok aşinaydım. Onunki gibi söylersem, ‘Banâll’ l’ler de biraz daha ince çıkacak ağızdan. Efendim, benim gibi şair olma heveslileri yüzünden, sanal âlem de banal âlem olup çıkmışmış. Ben kendi âlemimdeyim oysa.
Deli ozan, şiirleri sandıkta saklamış, dizelerin arasına naftalin serpmiş dedi birileri de. ‘Naftalin’ mahlasıyla yazmaya başladım o vakit. Sözü, edebiyat dünyasında kanun yerine geçen bir başka eleştirmen, naftalin midir mandalin midir deyince, fazla göze batmamak, belki de kendimi biraz daha gizlemek için mahlasımı ‘Naf’ olarak kısalttım.”
Cıızıırt cızır cazur cızır…
Hay allah, yine parazit! Öykünün anlam bütünlüğü kalmadı billahi tüh yaa… Döndük Zeki Müren’le sohbet programına yine. Bir sonraki durak Saadetdere Mahallesi dedikten sonra ses efekti, yolcuların sıkışıklıktan şikâyetlerini, mırıltılar halinde arka fona döşeyip motor gürültüsünü de bastırıverdi. Ama Zeki Müren’in berrak sesi çağlıyordu radyodan ve metrobüsün dırrrrrınıııııınları, saz grubu arasında kulağa çarpmıyordu pek. Efendim programımın son kısmında, kabul buyurursanız, en sevdiğim çiçek kokusu için, naçizane bestelediğim Bir demet Yasemen Aşkımın Tek Hatırası’yla hoşçakalınız diyorum, hep çiçek kokularıyla kalınız efendim.
Neyse bu defa vurmadan kendi istasyonuna geri döndü radyom.
Kerim Afşar öykümün hakkını öyle bir veriyordu ki, içim ona karşı sonsuz bir sıcaklıkla dolup taştı. Sanatçı sürdürdü öykümün kalanını okumaya ama dinleyicilerin de istasyonları habire karıştıysa öykücüğüm çorba olup çıkmıştır.
“Aynı eleştirmen naf mısın gaf mısın seni hoşafa çeviririm deyince!!!… takmış bana bir kere… şiir hevesim kaçtı.”
Cızrt cızır cızrttt… Tüh şu işe bak ya!
-Bir sonraki durak Cennet Mahallesi…. Dırnnnnnııınnn…
Neyse hemen çıktı aradan. Sanki durakları haber vermek için araya giriyordu. Bendeki şans işte!
Hay Allah bu sefer de “Ayy dumana boğulduk yetişin dostlar baja çekmiyor gücükbey diye Bacı Kalfa’nın sesi girmesin mi?! Şükran Güngör evin beyi olarak “Aman kalfacım telaşa gerek yok yarın çağırırız bacacı Necmi ustayı, bak radyoda çok güzel bir öykü okunuyor” diye bacıyı yatıştırmaya çalıştı. “Ne oykusuymus o?” Şiir bacıcığım, şiir üzerine bir öykü diyerek Yıldız Kenter girdi araya. “Ha mani desene juna eskiden ramazanlarda davulcular söylerdi.” “Bacıcığım mani başka, şiir başka” diye açıklamaya çalıştı Yıldız Hanım. “Ayol üstüme iyilik sağlık, nesi bajga, senin dediğin de mani, davulcununki de…” Sözü Şükran Güngör aldı yine: “Bacı kalfa, zaten şiirden söz etse de ortada şiir yok bu öyküde, hayal dünyasının fantazileri… ne bileyim, yazar sandık sözcüğünü hem eşya anlamında hem de sanmak yani öyle algılamak anlamında kullanmış, kullanmaya çalışmış, söz oyunları yapmış yani.” “Ayol deli mi ne bi jey anladıysam Arap olayım, ay tencere kaldı ocakta aman beni lafa tutmayın, ne haliniz varsa görün” dedi ve mutfağa koşuşma efektini belli belirsiz duyabildim. Bacı mutfağa gittikten sonra, Şükran Güngör’ün Yıldız Kenter’le arasında geçen konuşma beni çok güldürdü. “Bu bir sonraki durak anonsları da ne allasen? Ben otobüslerde hiç duymadım, öyküde adı geçen semtleri de…” Yıldız Kenter, “canım yazar fantazisi işte, bugünkü İstanbul’da değil de gelecekte bir zamanda geçiyor gibi düşünmüş olmalı” diye fikir yürüttü.
Çok severdim Ugurlugilleri ama hiç sırası değildi şimdi. Öykümün derdindeyim o kadar çok bölündü ki, ben bile öykümü tanıyamıyordum şimdi. İnsicamı bozulmuştu bir kere. Ama Kerim Afşar yok mu Kerim Afşar… Ah ne güzel toparlıyordu her seferinde.
Öykümün sonlarına doğru bir yerlerden istasyonu yakaladım yine ama arada kaçırdığım bölümler olmuştu ister istemez.
“Tavşanım var Harvey! Bilir misin Harvey’i?” Araya yine bir sonraki durak Sefaköy anonsu girdi yine ama pek bir şey kaçırmış sayılmazdım.
Kahramanım seslendirme sanatçısı, sürdürüyordu:
“Boyum kadar beyaz, işte o! Gel niyetçilik yapalım dedi. Körelen şiir hevesimi niyetçilikte tazelemeye çalıştım. Ortaköy’de tezgah açtım. Şiir sevdam küçük niyet kâğıtlarında saklı. Gelen geçen çekiyor bir niyet.”
Cazzzırrrt cıızrrrt cızırr cırt cırt… Eyvahhh öykünün kilit yerinde yine kaybettim istasyonumu, deli olacağım midem kasılıyor terliyorum. “A o ne be!” diye bir ses girdi araya. Yuki’ydi bu Yuki! Biricik Yukicim, gözünü seveyim çık aradan. “İnsan boyu kadar tavşan mı olurmuş ayıdır o!” “Sus sululaşma terbiyesiz” diye tersledi Orhan Boran Yuki’yi ama o susmazdı ki. “Bisi mi dedik tavsan dediğin benim kadar olur.” “Sus saçma saçma konuşma gerçi senin de ne olduğun belli değil ya tavşan mısın sincap mısın?” “Teessüf ederim.” “Niyeymiş efendim o?” “Niye olacak? Havustan başka bi si yediğimi gördün mü?” Orhan Boran, “niye alındın şimdi, sincap insan değil mi? Ay beni de şaşırttın o da canlı bir varlık değil mi” derken, ohh Şükür Kerim Afşar:
“Geçenlerde Harveycim biricik dostum, hayat yoldaşım ortadan kayboldu. Panikledim, sağa sola, kumpircilere, takı tezgâhı açanlara, esnafa sordum, benden başka gören yok! Koskoca beyaz tavşanımı görmemişler hiç.”
Cızırrrtttt… Ay yine Yuki! Kurtuluş yok bu hayvancıktan, öykünün sonunu kaçırmayayım bari!
“Deli mi ne koskocaymış, beyazmış, her gün yanındaymış, sizofren midir nedir.” Çat diye bir ses geldi. “Ne vuyuyosun be!” “Be denmez terbiyesiz, özür dile dinleyicilerimizden. Kusuruna bakmayın efendim. Cahil! Bir kere o tavşan, hayali, senin koca kulaklı, koca dişli küçük kafan almaz bunları. James Stewart’ı duydun mu sen?” “Duymadım, o kim, mahalleye yeni taşınan İngiliz’i mi diyosun?” “Allah cezanı vermesin Yuki sus! Konuştukça batıyorsun.” “A ne dedik simdi bis kart kart kart!” “Yavaş ye biraz, edepli ye, ağız şapırdatılmaz yemek yerken.” “Ağız sapırdatmıyoyum ki ben. Bu disler sende olsaydı sen daha çok sapırtadırdın bir kere.” “Bak, Harvey kim biliyor musun? James Stewart’ın filmindeki insan boyundaki hayali tavşan. Filmde, hayatın hep acı yüzüyle karşılaşan Stewart’ın biricik hayali yoldaşı, kaderdaşıdır, umutlarını Harvey sular onun, nereden bileceksin cahil! Hem o tavşan değil bir pook’tur aslında. Yazar o filmdeki tavşana daha doğrusu Pook’a gönderme yapmış.” “Ne boksa bok.” Şırrakk “Ne vuyuyorsun be! Kötü bisi mi dedim, sen dedin bok diye, ben diyince kısıyosun.” “Sus sersem ben öyle mi dedim, öf Yuki bu kadar kafa şişirdiğin yeter. Haftaya görüşmek üzere sevgili dinleyenlerimiz.”
Ve Kerim Afşar okumayı sürdürüyordu. Öyküm öykü olmaktan çıkmıştı, kırk yılın başı öykücülüğüm birilerinin dikkatini çekmişti çekmesine de anlaşılmadığından zerrece kuşkum yoktu. Ama bu bile beni ömrümün en güzel rüyasında olmaktan alıkoyamadı.
Ve yine Kerim Afşar’ım her şeyden habersiz okuyordu:
“Yahu yanımda dikiliyordu her gün hani diye, kafe kafe dolaşıp sordum, belki kafelerden birinde oturmuş müşterilerle yarenlik ediyordur umuduyla. Çünkü benimle yaptığı sohbetlere doyum olmaz. Tam umudumu kesmiştim ki… Akşama doğru çıkageldi. Evet, yalnızlığımın başladığı saatlerde tam da. Beni terk etmezdi, bilmeliydim, boşuna ortalığı velveleye vermiştim. Neyse buldum yine ohh Tanrıma şükür. Anlamadığım şu; devasa tavşanı nasıl oluyor da görmüyorlar? Benden başka gören yok. Sorunca da suratıma tuhaf tuhaf bakmıyorlar mı? O zaman daha da umutsuzlanıyorum. Tövbe estağfurullah gönül gözleri kapanmış bunların.”
-Bir sonraki durak cehennemin dibi… Dırrrnnn ıııınnnnn cızırtt cızırt.
Bu anonsu giren istasyonu bir türlü çıkaramadım, polis radyosu muydu? Yok, onlar hep müzik yayınlar, allah allah neyse??
Kerim Afşar sessizleşti devamını okumak ister gibiydi sanki. Öykü burada bitmiş miydi? Bitmemiş gibiydi bana kalırsa, belki de editör son kısmı beğenmediği için yayınlamak istememişti. Dedim ya açıklama yapmazlar.
Sonunu nasıl bağlasaydım, nasıl mantıklı güzel bir vuruşla okuru şaşırtsaydım acaba? Yok! Çorak fikir tarlamda bir şey yeşermemişti!
Caazıırrt cazurrt cızr cızır… A yine istasyon karıştı ama bu sefer tam zamanında karıştı, oh Allahıma şükür.
“Arkası Yarın’ın bugünkü bölümünün sonuna geldik sevgili dinleyiciler yarın aynı saatte görüşmek üzere.”
Düğmeciği çıt diye kapatıverdim, kırmızı lambacık söndü.