Yaşlı adam, kızının da ağırlığıyla hareket ettirilemez hale gelmiş tekerlekli sandalyeyi, gücünün yettiği kadarıyla ittirmeye çalışıyordu. Birkaç görevliye yardım isteyerek, deyim yerindeyse yalvararak baktı. Beş dakika kadar önce, genç bir çalışan sandalyelerin yerini işaret etmiş, sonra da aldırmadan yoluna devam etmişti. Gördüğü tüm nezaket bu olmuştu. Devlet hastanesinin iç karartıcı koridorlarında kapana kısılmış, doktorun odasını bulmaya çalışıyordu aldığı yarım yamalak tarifle. Sonunda bulduğunda sıraları geçmek üzereydi. Kıl payı yetiştiler.
Doktor her zamanki şeyleri söyledi. Kızı hastaydı ama hayatta kalacaktı. Ne eksik ne fazla. Yorgun argın aynı koridorlardan döndü. Sandalyeyi aldığı yere bıraktı. Kızının koluna girdi. Yarı sürükleyerek, yarı kucağına almak ister gibi caddeye yönlendirdi. İlk dolmuş kalabalıktı, durmadı. İkinciye bindiler. Cebindeki son parayı, yetmesini umarak dolmuşçuya uzattı. Kızı bağırmaya, kendince bir şeyler anlatmaya başlamıştı dilinin döndüğü kadarıyla. Anlaşılmasına yetmedi. Birkaç yolcu rahatsızca kıpırdandı. Annesinin kucağındaki bir çocuk, anlamlandırmaya çalışırcasına gözlerini dikti. Sonra korkarak annesinin güvenli göğsüne kafasını gömdü. Kadın kendini şanslı hissetti, çocuğuna daha bir şefkatle sarıldı. Adamla göz göze gelmekten kaçındı.
İndiler dolmuştan. Caddeye pek de yakın sayılmazdı evleri. Kızı bağırmaya devam ederek inletti sokakları. Kapalı pencereler, kapalı kapılar umursamazdı böyle şeyleri. Baba bazen utanıyordu kızından. Mahcup oluyordu hareketleri karşısında. Yine aynı mahcubiyetle, kızının susmasını umarak umutsuzca, adımlarını hızlandırdı.
“Geldiniz mi?” diye anlamsız bir soru yöneltti karısı. Cevap vermedi. Kızını, gitgide azalan kibarlığıyla, koltuğa yerleştirdi. “Yemekte ne var?” Karısı bir şeyler mırıldandı. Soruyu tekrar etmedi. İçeriye, yatak odasına geçti. Perdeleri kapattı. Birkaç saatlik sessizlik umuduyla uzandı yayları bozulmuş yatağa. Mutfaktan karısının, salondan kızının sesi geliyordu. Sussunlar istedi. Kahveye gidip iki okey oynamak, sokaklarda aylak aylak gezmek için, bir anlık geçici bir huzur neler vermezdi ki. Yastığı başına bastırdı. Sesler boğuklaştı.
Birkaç saat sonra, karısının yemeğin hazır olduğunu bildiren sesine uyandı. Yemekte fasulye varmış, hayal kırıklığına uğradı. Karısı, kızlarını çoktan yedirmişti. Kendi de sessiz sakin yemeğini yedi. Yemek bitti, televizyon izlendi, herkes yatağına çekildi. Karısı kızlarının odasında yatıyordu. İtirazı yoktu. Ne kızlarının sabaha kadar bağırmasını dinleyecek (hoş şimdi de duyuyordu ama kalın duvarlar en büyük dostuydu geceleri) ne de karısının horlamalarını çekecek gücü kalmamıştı.
Ulan, dedi kendi kendine. Çaktırmadan çıkıp gitsem şu evden. Sabaha kadar fark etmezler yokluğumu. O zamana kadar ilk otobüse biner, çeker giderim. Duraksadı. Karısı, kendisi olmasa her şeye yetebilir miydi ki? Hem sürekli hastanelere gidip hem de evi çekip çevirebilir miydi? Şimdi bile zar zor geçiniyorlardı. Adamın emekli maaşına bakıyordu her şey. Şimdi gitse, mümkün değil iki eve yetiremezdi parayı. Ölsem de kurtulsam, diye geçirdi içinden. Kız ölse de kurtulsak, dedi sonra. Hepsi huzura ermez miydi? Belki yeniden karı koca olurlardı. Kızın da haline yaşamak denmezdi ki. O da rahatlardı belki de. Düşüncelerinin karanlığından rahatsız oldu. Düşüncelerinden pişmanlık duymamasından daha da rahatsız oldu. Sesini kesti. Sabaha kadar döndü durdu yatakta.
Karısının mı kızının mı sesine uyandı bilinmez, uykusunu almamış halde kalktı yerinden. Doktor randevuları öğleden sonraydı. Erkenden kaldırmasına sinir oldu. Bir sabah, diye geçirdi içinden. Bir sabah burada olmayacağım. Olduramayacağı hayaline tutundu. Sessizce kahvaltısını yaptı.