Camın kenarından koluma gelen serinlik, içimi daha da burkuyor. Gece yolculuğundan imtina edişim ne kaza korkusundandır ne de yarattığı sersemliğinden. Beni, gecenin zifirinde yola çıkmaktan alıkoyan; sessizliği, durgunluğu ve sonrasında çöken aşırı hassasiyetidir. Aksi gibi çoklukla zorunda kalırım, sakınan gözüme batar namussuzun şeritleri. Kolumdaki ürperme yıllar öncesine götürdü beni. Aslında ben hep oradayım da sadece kabuğumu oynattı diyebilirim. Başımı otobüsün camına dayadım ve uzaklaşmaya çalıştıkça içine daldığım anılarıma bir kez daha teslim ettim kendimi.
O tarihlerde, üniversiteden yeni mezun olmuş ve iş bulmak için gazete ilanlarından medet umuyordum. Haftada bir iki işyeri ile görüşüyor, size geri dönüş sağlayacağız diyorlar ama hiçbiri de aramıyordu. Bir ümitle gittiğim her görüşme sorası eve döndüğümde, tüm ayrıntıları anneme anlatır, onun umut dolu yorumlarını dinler ve ferahlardım. Fakat bu ruh hâlim çok da uzun sürmez cebimde beş kuruş olmaması gerçeği ile karşılaştığım ilerleyen saatlerde modum değişir, karalara bağlanırdım. Babamın memur maaşı ile geçinmeye çalışan orta gelirli bir aileydik. Güç, bela borç harç okuttukları oğulları mezun olmuş ama altı aydır çalmadığı kapı kalmamasına karşın iş bulamıyordu işte. O sene, kardeşim de üniversiteye hazırlanmaya başlamış ve onun da masrafları artmıştı, düşündükçe kendimi daha da yük olarak görüyordum. Acilen iş bulmam gerek dedikçe aksi gibi olmuyordu. Hayatta bazen çok istemek yetmiyor. Elimden geleni yaptığımı ve ülkenin durumunu bilen babam da her zaman bana destek olur “oğlum önünde sonunda kendine uygun iyi bir iş bulacaksın aç değilsin açıkta değilsin, ne bu acelen neden böyle kendini sıkıyorsun anlamıyorum ki” derdi. Ama artık her söze inanmayacak ve evin gerçekten kıt kanaat geçindiğini idrak edebilecek yaştaydım. Kapı gibi diplomam vardı ama ne hikmetse hiçbir kapıyı açmıyordu işte.
Bir Pazartesi evde oturmuş kardeşimi matematik çalıştırırken, ev telefonu çaldı. Annem açtı. “Tabi tabi evde hemen çağırıyorum.” dedi. Yüzünde güller açarak yanıma koştu, “işle ilgili galiba” dedi. O an kalbimin nasıl attığını şimdi bile hatırlarım. Alo dedim sesim o kadar kısık çıkmıştı ki alo diye tekrarlamak zorunda kaldım. “Geçen ay görüşmüştük. “Sadece İstanbul değil Ankara’daki fabrikada da çalışabilirim demiştiniz. Ankara’da size uygun olabilecek bir yeni mezun mühendis pozisyonu açıldı, fabrika içerisindeki lojmanda kalabileceksiniz”. Sevinçten ne diyeceğimi bilememiş donakalmıştım. Kabul ediyorsanız hemen yarın gidebilirsiniz diyen ses sanki gökten bir ilâhi gibi geliyordu o an bana. Cevap vermemişim “ne dersiniz, isterseniz düşünün karar verince beni arayın” demesi ile gerçek dünyaya döndüm ve “yok yok hayır hanımefendi düşünmeme gerek yok kabul ediyorum” dedim. Bana adresi söyledi not ettim ve yarın sabahtan orada olacağımı söyledim. Görüşeceğim kişi ve adres tarifi de aldıktan sonra defalarca teşekkür etmeye başladım. Tam kapatacaktım ki güldü “maaşı sormadınız” dedi. Ben de şaşırdım ve gülmeye başladım “haklısınız, ama bu işe öyle ihtiyacım var ki inanır mısınız maaş aklıma bile gelmedi.” Bu cevabım hoşuna gitmişti iyi niyet cümleleri ve temennilerinden sonra açıkladığı maaş da benim düşündüğümün çok çok üzerindeydi. Telefonu kapattığımda çılgın gibiydim. Koşarak anneme sarıldım. “Dur çocuk dur” dedikçe öptüm. Kardeşim dersini falan bırakmış gol atmış gibi zıplıyordu, o da geldi bize katıldı. Sevincin coşkunun tarifi olmayacağı bir gündü. Hemen babamı aradık. Ankara’daki lojmanlı işin olduğunu söyledik, öyle mutlu oldu ki kendini tutmaya çalışarak “aferin oğlum, ben sana demiyor muydum acele etme iş nasıl olsa olur diye, eve gelince konuşuruz aslanım benim” dedi. Dikkat etmiştim babam “aslanım benim”i sadece çok önemli durumlarda kullanıyordu. Telefonu kapattığımda ağzım kulaklarımdaydı. “Anne! hemen çantamı hazırlayalım, yarın sabah Ankara’da olmalıyım” dedim. Annem “sen git hemen gece seferlerinden birine bilet al, gece binersin sabah vardığında direkt oraya gidersin” dedi. Hemen sokağın sonundaki yazıhaneye gittim, gece bir otobüsüne cam kenarı bir bilet alıp eve döndüm. İçim içime sığmıyordu. Annem çantamı hazırlamış. Yolluklar ve oraya götüreceğim yiyecekler, poğaça kek öteberi işine girişmişti. “Uğraşma anne ya” dedim. “Aa olur mu en azından ilk birkaç gün etrafı tanıyana kadar idare edersin bunlarla” dedi. Akşam yemeğinde konuştukça konuşasım geliyor, aylardır sus pus olan dilime hâkim olamıyor sürekli konudan konuya geçiyordum. Herkesin mutluluğu yüzündeydi, ara sıra yarım ağızla annem: “keşke İstanbul’da olsaydı” diyor ama onu da “ya anne asıl fabrika orası, orada daha çabuk terfi ederim hem Ankara İstanbul ne mesafe ki sık sık ziyaretinize gelirim” diyerek susturup, avutuyordum. Geç saate kadar sohbet ettik, çay sefası yaptık. Saat on ikiyi geçmişti. Babam hadi dedi terminale o bırakacaktı. Giyinmek için kalktım, annemler biz de gelelim nasıl olsa araba gidiyor seni geçirmiş olalım dediler. Otobüsün yanına vardığımızda çok da zamanım kalmamıştı, valizleri bagaja verdim, öpüştük. Cam kenarındaki yerime geçtim, bizimkiler tam hizama geldiler. Annem ağlamaklı bakıyor, kardeşim esprili hareketler ile beni güldürmeye çalışıyor, babam ise her zamanki ağır ve kendinden emin tavrındaydı ama gözlerindeki gururu oturduğum yerden okuyabiliyordum ya da bana öyle geliyordu. Ne de çabuk gelmişti kalkış saati, otobüs ağır ağır hareket etti. El sallaştık. O an, ebediyen ayrıldığımızı bilseydik acaba daha da çok mu el sallardık birbirimize.
Otobüste uyuyakalmışım, sabah Ankara’ya girerken uyandım. Saat yediye geliyordu, Ağustos’un onyedisinde yalnız bir hayata uyanmıştım.