İlkbaharın adım adım geldiği, mahallede her köşeden bir yavru kedinin çıktığı, mor sümbüllerin bahçe kapılarını süslediği, pembe, beyaz tomurcuklu ağaçların çoğaldığı günlerdi. Gündüzleri çocukların sesleri ile komşuların kapı önündeki kıkırdamalı sohbetleri birbirine karışır, akşam ezanıyla sokak sessizliğe bürünürdü. Evlerin perdeleri çekilir, sarı cılız ışıklar sızardı sadece. Ta ki O mahallemize taşınana kadar. Eleni… Ah, Eleni!
Tam karşımızdaki kırık kiremitli, yer yer beyaz badanası dökülmüş tek katlı evin bulunduğu küçük bahçe kapısının önüne bir kamyonet yanaştı. Pos bıyıklı esmer bir adam atlayıp arabanın arkasına geçerken sağ ön kapı açıldı. Yüksekçe ince topuklu, sivri burunlu, kırmızı bir çift parlak ayakkabıyı gördüm önce. Dizlerinin hemen üzerinde biten siyah, küçük çiçekli, kırmızı kolsuz elbisesinin kocaman V yakası vardı. Pos bıyıklı adam arabadan aldığı siyah şalı omuzlarına atınca hiç oralı olmadı. Bahçe kapısına yürüdü ve ellerini göğsünün üzerinde kavuşturarak şöyle bir göz attı eve; başını sağa sola salladı. Kamyonetten sesler gelince döndü. Mor kadife döşemeli, kollarının ucundan püsküller sarkan koltukları indiriyordu iki hamal. “ Hey yavaş olun bre, hepsi çok değerlidir,” diye tatlı bir şiveyle seslendi. Beyaz formika yatak odası takımı, mermer sehpalar, koli koli kutular birer birer taşındı eve. Tepesi açıldıkça bıyıkları gürleşmiş siyah takım elbiseli, ardı sıra yürüyen adama bir şeyler anlattıkça sarı ipek saçları omuzlarında dalgalanıyor, ince beyaz elleri bir orkestra şefininki gibi boşlukta gidip geliyordu.
Bütün mahalleli gibi biz de tül perdelerin arkasından izliyorduk yeni gelenleri. Zil çaldığında annem yakalanmış gibi, “ ay, ödüm patladı,” deyip koştu kapıya. Yan komşumuz Feride ablaydı. “Kız bir kahve yap da içelim.” İçeriden sesleri duyuyordum. Biraz kınama, biraz kıskanma karışık konuşuyorlardı. “ O pos bıyıklının dostuymuş biliyor musun? Eleni’ymiş adı. Elbisesini gördün mü,” diye diye kahvelerini höpürdettiler.
İlk geceden Eleni’nin ince hüzünlü sesi yayıldı sokağa. Penceremin perdesini havalandıran rüzgâr. Denizleri köpük köpük dalgalandıran rüzgar…
Sessiz, sakin sokakta bütün perdeler kıpır kıpırdı şimdi. Babam da pencereyi araladı, dayandı pervaza, sigarasından çekip üfledi sokağa. “ Ne o, evin adetleri değişti sanki birden,” gibi kinayeli bir sözle kendine geldi. Eleni’nin perdeleriyse hiç kapanmadı, rüzgârda efil efil havalandı bütün gece ve sonraki tüm gecelerde.
Beyaz badana ile boyandı ev. Bahçe girişinden iç kapıya kadar uzanan yola sağlı sollu, kırmızı -beyaz karanfiller, güller ekildi. Elma ağacının altı beyaz papatyalarla süslendi.
“Adamın kumasıymış.”
“ Oo, bir sürü belalısı varmış.”
“Gece kulübünde şarkı söylüyormuş önceleri. Pos bıyıklı bütün borcunu ödemiş.”
Hiç biri bana bir şey ifade etmiyor, ilgilendirmiyordu. Sabahları uyanır uyanmaz, kafamı kaldırıp başucumdaki pencereden karşı eve bakardım. Ah Eleni, ah karşı pencere! Çocukluğumun zapt edilemeyen kalp atışları, bitmek bilmeyen heyecanları… Öğlene doğru kalkardı Eleni. Uyandığında perdeyi çeker, penceresinin kanadını açar, üzerindeki mor ipekli geceliğinin omuzundan düşen askısını düzeltirdi. Ben içimden seslenirdim, “ ne olur, düzeltme Eleni.” Sonra kollarını kaldırıp gerinerek gözlerini kapatır, derin derin nefes alır, uzun süre bırakmazdı. O temiz hava sanki bütün damarlarında dolaşır, gece paket paket içilen sigaraların ziftini eritir, devrilen rakı şişelerinden bedenine sızan alkolü temizlerdi.
Geceleri mahallenin etrafında ceketleri omuzlarına atılmış, yumurta topuk ayakkabılarının üzerine basıp dolaşan adamlar çoğaldı. Kimisi beyaz badanalı evin karşısındaki ağacın arkasına saklanıp gözler, kimisi de sarhoş naralarıyla mahalleyi çınlatırlardı.” Ah, ulan Eleni!” Perdeler kıpırdamaya başlardı evlerde. Annem öfkelenir, “ her gece aynı şeyler işte. Kapat bakayım sen de pencereni,” diye kızgınlığını bana yöneltirdi. Babam bir keresinde, “başına bi’şey gelecek bu kızın, üzülüyorum valla,” deyince “sana ne,” diyerek küsmüştü ona.
Sardunyalar, menekşeler, akşamsefaları… Şöyle bir dokunurdu fesleğenlere, kokusu bizim eve kadar ulaşırdı, içime çekerdim Eleni’nin kokusunu. İtilip kakılmış, açlıktan bir deri kemik kalmış sokak kedileri kapısının dibinde. Her birini kucağına alıp okşardı ki, ben karşıda perişan. İşte o an, bir kedi olasım gelirdi, tüyleri yoluk yoluk, yağmurda ıslanmış, keneler yapışmış bir sokak kedisi. Gidip kapısına yatasım gelirdi. Ah Eleni, bilirdi benim ona aşkımı. Nasıl bilmesindi, karşılaşınca şu ergenlik sivilceleri dolu suratım kıpkırmızı olur, gözlerimi kaçırırdım. Oysa elâ gözlerinin harelerinde kaybolmak isterdim. O da laf atardı bana inadına inadına, “dersler nasil gidiyor çocuk,” derdi. Sonra da eklerdi, “bre çocuk yakısıklı oluyorsun gittikçe.” Hatta bir keresinde yanağımdan makas aldı. İşte o gün, “Eleni, merak etme ben seni hepsinin elinden kurtaracağım,” diye söz verdim kendime. Bütün gün dolaştım serseri mayın gibi. Plan yapmalıydım, Eleni’yi o kötü adamlar zarar vermeden kurtarmalıydım. Ertesi gün de gitmedim okula, gece uykularım kaçtı, sabah akşam Eleni’yi gözlemeye başladım. Okuldan devamsızlık kâğıtları geldiğinde koptu kızılca kıyamet. Odamı arka taraftaki küçük sandık odasına taşıdılar. Artık Eleni’nin o içli sesi gelmiyordu kulaklarıma. Kimi zaman kıskandıran gürültülü kontrolsüz kahkahaları ya da belalılarının endişelendiren naraları, acı acı çalıp korkutan bekçi düdükleri de ulaşmıyordu odama.
Artık mahallede kuytularda, evlerin duvarlarının ardında konuşulan tek konu oydu.
“Çocuklarımızın önünde olmaz ki, biz ahlaklı yetiştirmeye çalışırken onları…”
“Kocam her gece pencere dibinde onun şarkılarını bekler oldu, Eleni söylemiyor bu gece, niye acaba, diye merak ediyor bir de! Kör olasıca beni bu kadar düşünmemiştir ömrü boyunca.”
“Biz de de tam tersi şekerim, kırmızı elbise giydim diye geçen gün köpürdü adam. Bu kadına baka baka değişmişim.”
Fırtınalı bir geceydi, sağanak yağmurlu. Pıt pıt damlıyordu teneke üzerine damlalar. Bazıları da çatıdan bir yol bulup yatağımın üzerine ulaşıyordu. Bir tas ya da leğen gibi bir şeyler koyardık bu durumda. Odamdan çıktığımda tüm ahali pencere önüne toplanmıştı. Bağırışlar, kırılan şişe sesleri, konuşmalar, polis sireni… “Bu sefer işler ciddi,” diyordu babam. İttirdim bizimkileri kendime yer açıp sarktım dışarı. Bütün mahalleli pijamalarıyla, terlikleriyle, uykulu gözleriyle doluşmuştu evin önüne. Kapıyı açtım, rüzgâr havalandırdı perdeleri, arkamdan bağırmalarına aldırmadan koştum yalınayak. Ne olur Eleni sana bir şey olmasın, ben büyüyorum, seni koruyacağım bu adamlardan, ne olur… Eleni’yi bir sedyede çıkarıyorlardı. Mor ipekli geceliğinin bir omuz askısı düşmüş yine. Göğsünde kana bulanmış sapı görünen bir bıçak, dudağının yanından incecik kırmızı bir sızıntı. Tam sedyeyi yanımdan geçiriyorlardı ki düzelttim askısını, kaldırdım omzuna. Elime bulaşan kanı sıcacıktı daha. Ah Eleni, dedim ancak kendimin duyacağı bir fısıltıyla. Ah! Eleni…