Soğuktu, yağmur yağıyordu…
Buğulanmış camlara incecik parmaklarıyla resimler çiziyordu. Tek katlı ev, anne, baba, ortada küçük bir kız… Sevdiklerinin ellerinden tutmuş, önünde uzayıp giden ipince yol. Bir süre yaptığı resme özlemle dalıp gitti, içini çekti hüzünle. Sonra ani bir devinimle sildi çizdiklerini. Sildiği yerde kocaman bir boşluk var şimdi. Oradan karşı bakkalın kapısını görüyor. Giren, çıkan, çocuk, yetişkin… Bıkmadan sürdürüyor gözlemlerini.
Ekmek arabası kaç ekmek bırakacak dolaba?
Bakkala kaç kişi girdi, Bir, iki, üç…
Kaçı kadın, kaçı erkek?
Ya çocuklar? Onlar da anneleriyle…
Can sıkıntısına karşı sıklıkla başvurduğu, oyalandığı oyunlardı bunlar. Gün, akşama döndüğünde daha çok yapıştırıyordu cama yüzünü. Evlerine dönen babaları izliyor en çok da bunu seviyordu. Oyunlarını bırakıp onlara sarılan, peşi sıra evlerine koşan çocuklar… İşte o zaman içindeki kocaman boşluk büyüyor, büyüyor, yetimliğinin hüznü çöküyordu çocuk yüreğine.
Neden buradayız ki? Başka ülkelerin çocukları vatanlarında, evlerinde mutluyken biz neden bu sıkıntıları yaşıyoruz?
“Savaş kötü bir şey,” diye yazdı parmaklarıyla cama kendi diliyle.
Son birkaç yıldır yaşamında ne çok şey değişmişti! Eski güzel günlerini özlüyordu Zehra. Evini, arkadaşlarını, okulunu, özgürce koşup oynadıkları sokakları, dallarına salıncak kurdukları ağacı, kedisi Zeytun’u, köpeği Affan’ı… Otların içinde dolaşıp duran kaplumbağasını da unutmadı. Şimdi ne yapıyorlardı acaba yalnız başlarına? Affan’ın, küçük kamyonetin ardından uzun süre koşmasını anımsadı. Kim bilir ne kadar üzülmüştü zavallı hayvancık? Şimdilerde, oturdukları sokakta başka bir köpekçikle arkadaş olmuştu. “Ahbap,” diyordu ona ama Affan başkaydı. Küçücük bir yavruyken bulmuştu sokakta. Babasıyla birlikte bahçelerinde onun için kulübe bile yapmışlardı. O ânı anımsadığında gözünden sessizce süzülen yaşlara engel olamadı. Babası artık hiç olmayacaktı yanlarında, biliyordu. Annesi cennette olduğunu söylüyordu. Oraya gitmenin güzel ve önemli bir şey olduğunu da… Herkese kısmet olamazmış. Eğer cennet o kadar güzelse, neden onun yanına gitmemişler, bilmedikleri, tanımadıkları bu ülkeye kaçmışlardı? Hem de her şeylerini arkalarında bırakarak. O kötü günü hiç unutmuyordu:
Ağıtlar yükseliyordu avludan. Acılı sesler sokağa taşıyor, babası için dua ediliyordu. Kornasını art arda çalan bir kamyonet durmuştu evin önünde. Amcasıydı gelen. Telaşlıydı. Omuzunda kocaman silahı, yüzü kan ter içinde… Zehra onu ilk kez böyle görüyordu. Çok korkmuştu. Ağıtlar susmuş, dualar dudaklarda donup kalmıştı. Avludakiler gözlerini kapıdan hızla giren adama dikmişlerdi tedirginlikle. Amcasının buyurgan tok sesi, sessizliğe bomba gibi düşmüştü:
“Çabuk olun! Alabileceğiniz gerekli eşyalarınızı alın. Ağır olmasın. Burayı hemen terk ediyorsunuz. Yaklaşıyorlar.”
Kadınlar öbek öbek, kapkara gölgelere dönüşmüş, sağa sola kaçışmışlardı.
Çocuk kafasında onlarca soru… Yaklaşanlar kimlerdi? Babasını öldürenler mi? Günlerdir başlarında dönen uçaklar, bomba ve silah sesleri, zaman zaman kulaklarına çalınan bölük pörçük sözler: Hükümet kuvvetleri, Suriye Milli Ordusu, Işid…
Hangisi iyiydi?
Kötü olan kimdi?
Neden birbirini öldürüyordu insanlar?
Küçük kamyonetle yola çıktıklarında, yol boyunca kendileri gibi pek çok insan görmüşlerdi. Kimi buldukları külüstür arabalarla, kimi sırtlarına vurdukları yükle yaya… Gözlerde korku, dudaklarda isyan… Upuzun araç kuyrukları yüzünden çok ağır ilerliyorlardı. Başlarının üzerinde dönen uçakların kulakları sağır edici sesleri kulaklarında. Sonunda ulaşmışlardı gidecekleri yere. Şaşırmıştı. “Demek sınır dedikleri buymuş,” diye geçirmişti aklından. Kafasında yarattığına uymuyordu hiç. Zehra ders kitaplarında gördüğü gibi bir çizgi sanıyordu. Oysa kocaman bir yapı duruyordu karşılarında.
Sınırları çizenler kimlerdi?
Neden ötesine geçmek kurtuluştu?
Umdukları gibi olmamıştı hiçbir şey. Nereye gitseler kendilerine çevrilen aşağılayıcı bakışlardan huzursuzdular. Sığındıkları ülkede, yabancı bir evde konuk gibiydiler. Korkak, tedirgin… Daha geçen gün arkalarından bağırmamışlar mıydı?
“Pis sığınmacılar!”
Bu sözcük hayatının bir parçası olmuştu. “Alışırlar, biz de alışacağız,” diyordu annesi. Nasıl olacaktı ki… Öylesine yabancı, öylesine yalnız… Tek eğlencesi, sokakla hemen hemen aynı düzeyde olan evin penceresi… Yaşıtlarının gelip geçerken dil çıkarmaları, onunla alay etmeleri, cama tükürmeleri bile oyun onun için.
Savaş yokken hayatları ne güzeldi! Ölüm yoktu, korku yoktu. Herkes birbirini tanırdı mahallelerinde. Kapılarının eşiğine oturup, gelen geçenle selamlaşan babaannesi geldi gözünün önüne. Şimdi dört duvar arasında tutsak. Boşuna memleket ezgileri söylemiyordu yaşlı kadın… Savaşı çıkaranlara kızıyordu Zehra.
Her gün aynı şeyler yineleniyordu yaşamında.
İçindeki boşluk, umutsuzluk büyüyordu gide gide.
Kendi diliyle seslenmek, konuşmak, şarkılar söylemek istiyordu.
Yağmur durmadan yağıyor, yağıyordu.
Küsüyordu herkese, tüm dünyaya.
Büyüdüğünde gösterecekti herkese. Göçmen çocukların ve annelerinin çektiklerini, başka bir ülkede yabancı olmanın zorluklarını anlatacaktı. Nasıl olacaktı bilmiyordu ama çok çalışmalıydı çookk… Oysa daha okula bile gidemiyordu. İçinde bir boşluk, umutsuzluk…
O sırada dert ortağı arkadaşı Ahbap belirdi evin önünde. Sevindi. Camın önüne oturup, birazdan hareketlenecek sokağı izleyecek, hem de aklında ne varsa anlatacaktı Ahbap’a her zamanki gibi. Köpekçik de gözü Zehra’da, hiç kıpırdamadan dinleyecekti dostunun anlattıklarını. Bazen Arapça masallar anlatıyordu ona, bazen de düşlerini.
“Biliyor musun Ahbap? Başka bir ülkede yaşamak çok zor. Canım sıkılıyor. Kimseyle konuşamıyorum. Dillerini bilmiyorum. Keşke senin gibi sokaklarda özgürce dolaşabilsem, arkadaşlarım olsa, onlarla oyunlar oynasam. Aslında birbirimize çok benziyoruz ama nedense istemiyorlar beni. Yoooo, korkma! Seni hiç bırakmazdım. Birlikte dolaşırdık. Belki sihirli bir halıya binip, ülkeme giderdik. Gelir miydin? Çok özlüyorum evimi, bahçemi, arkadaşlarımı, okulumu, Affan’ı, Zeytun’u… Sen de seversin onları tanısan. Annem “Yer, yurt kalmadı, ülke gitti,” diyor. Artık burasıymış benim vatanım. O zaman neden okula gidemiyorum, neden kimse yanıma gelmiyor. Çok üzülüyorum çoookkk! Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu bilemezsin. Hiç bomba sesi duydun mu sen? Rüyalarıma giriyor o korkunç patlamalar. Bazı geceler hiç uyuyamıyorum.”
Gün bitmişti. Akşam yavaş yavaş çöküyordu şehrin üstüne.
Sokak lambalarının solgun ışıkları titriyordu yerdeki su birikintileri içinde.
Evlerin ışıkları yanmaya başlamıştı tek tük…
Bakkala girip çıkanlar çoğalmıştı.
Bir süre onlarla eğlendi. Birazdan sokağın kalabalığı, akşamın telaşına karışırdı. Önce okul dağılır, öğrenciler geçerdi konuşa gülüşe; sonra da babalar işten dönerdi. Ahbap da gidiyordu kuyruğunu sallayarak. Hüzün çöktü yüreğine. Sığındığı düşleri, babası, masalları, kedisi, köpeği, kurduğu hayaller, yıldızlar kadar uzaklarda şimdi.
Küçük kız, içine çöken yabancılığı neyle bastıracağını bilemedi.
Başka bir ülkede yaşamak kocaman bir yalnızlık,” diye yazdı buğulu cama parmaklarıyla.